Süleyman Arslan’ın avuçlarının içi, yanakları al al olmuştu. Baldırları ve sırtı terliyordu. Lobideki deri koltuk artık iyice rahatsız etmeye başlamıştı. Tespihini üç kere daha çekecekti, geldi geldi, gelmedi artık o düşünsün.
Aslında gitmeyi kendisine yediremiyordu. Korkak biri değildi ki sıvışsın. Hem haftalardır bu buluşmaya hazırlanıyordu. Sabahleyin sinekkaydı tıraş olmuş, kravat takmıştı. Şu elindeki leylak demetine bile az para vermemişti.
Müteahhit olduğundan beri çok şükür kendisini bekleten kimse pek kalmamıştı. Beklemek ona çocukluğunu, köy yaşamını hatırlatırdı. Evde elektrikler mi kesildi, traktörün lastiği mi patladı, çilingir mi lazım, hemen evde telefon rehberleri karıştırılırdı. Nafile… Ustaları ara ki bulasın, bekle gelsin… Verilen sözler tutulmaz, akşam olur kimse köye gelmezdi.
Köy hayatı her şeye rağmen ona çok şey kazandırmıştı. Süleyman koyunların sağılırken sütün içine işediklerini, ceviz ağacı dikenin boynu ağacın gövdesine eşitlendiği zaman ölüvereceğini, akşam vakti gezinen kedi, köpek, bilumum hayvanın üç harflilerin bir sureti olabileceğini hep köyde öğrenmişti. Süleyman akıllı çocuktu. At dışkısına terlikle basmamak gerektiğini, akşam ezanından sonra eve gelirse babasında esaslı bir tokat yiyeceğini de ilk tecrübe ile kavramıştı.
Babası el iyisiydi, gaddardı, huysuzdu. Süleyman küçük yaşta annesini kaybedince dul adam Mardinli bir kadınla evlenmişti. Kara kuru bir kadındı cicianne. Cicianne eve girince bir kere, eş dost komşular, kimse uğramaz oldu. Kahveden döndüğü bazı akşamlar babasının suratı iki karış olur, cicianneyi kolundan, Süleyman’ı kulağından çektiği gibi evden dışarı, bahçeye savuruverirdi.
Süleyman ciciannesi ile birlikte teyzesinin köyüne gittiğinde beş yaşındaydı. Sabahları yer sofrasında cevizli biber salçası, tereyağı ve ekmek ile kahvaltı yaptılar, gün boyu hava kararana dek domates fidelerinin ekimine yardım ettiler. Teyze oğulları sabahtan hale babalarıyla sebze götürüyorlar, fide ve gübre alıp geliyorlardı. Tarlada Süleyman, annesi, teyzesi ve teyze kızı birlikte çalıştılar. Teyzekızı yaşça Süleyman’dan büyüktü. Yine de birlikte evdeyken annesinin ruj ve rimellerini sakladığı çekmeceyi, altında kelebek ölülerini biriktirdiği halıyı gösterdi. Tarladaki meyve ağaçlarına çıplak ayakla nasıl çıkılacağını, Süleyman’a fidelerin nasıl dikileceğini öğretti. (Süleyman tutmayı doğru düzgün bilmediğinden her seferinde fideler gövdelerinden kırılıyordu)
Birlikte sulağın kenarında dolaştıkları bir gün otların arasındaki kurbağalar Süleyman’ın dikkatini çekti. Yanlarına vardıklarında birçoğu hızla kaçıp gözden kayboldu. Ancak iki tane yakalayıp poşete koymayı becerebildiler. Eve dönüş yolunda teyzekızı gövdesi (o omuzları diyordu) daha geniş sırtı kabarcık kabarcık olana ‘yakışıklım’, ön ayakları (o elleri diyordu) daha küçük ve rengi daha açık olana ise ‘narin gelin’ isimlerini takmıştı bile. Süleyman’ın da aklında yeni konuklar için kartondan bir ev yapma fikri vardı. Hemen bakkaldan boş bir şekerleme kutusu bulup getirdi. Birazdan küçük merasim başladı. Teyzekızı sırayla önce narin gelinde sonra da yakışıklıma birbirleriyle evlenmek isteyip istemediklerini sordu. Bu soru aslında tuhaf, gereksizdi. Evlenmek istemeseler orada ne işleri olabilirdi, hem taze çiftin ne kadar heyecanlı olduğu her halinden belliydi. Yerlerinde duramıyorlar, kelimenin tam anlamıyla sevinçten havaya zıplıyorlardı. Teyzekızı düğünde gelen takıların yerine etraftan çer çöp toplayıp güzel bir şekilde narin gelinin yanına istifledi. İkisi de birbirlerine bakışları ile sadakat yemini ettikten sonra sıra güzel çiftin akşam yemeğine geldi. Bu konular Süleyman’ın anladığı şeyler değildi. Neyse ki teyzekızı tecrübeliydi. İki dakikada sofra hazırlandı. Domates kabukları, bir tane olgun incir akşam için yeterliydi. Yorgan ihtiyacı için de birkaç kat yaprak koymayı ihmal etmediler. Teyzekızı Süleyman’a narin gelinin gözlerini nasıl açıp kapattığını gösterdi. Ona bakılırsa narin gelin ağlıyordu, ama üzüntüden değil mutluluktan. Süleyman usulca kutunun üzerini örttüğünde sabırsız çiftin keyfine diyecek yoktu doğrusu. İkisi de adeta tek yürek olmuşlar, kutuya güm güm vuruyorlardı.
O akşam yer sofrasında bulgur pilavı yendikten sonra Süleyman kendini nasıl banyo kapısının önünde buldu, farkında değildi. Enişte banyoya yeni fayans döşetmiş, son model bir tüplü şofben almıştı. Şofben servisi zehirlenmelere karşı uyardığı için olsa gerek, teyzekızı yıkanırken kapıyı aralık bırakmıştı.
Süleyman’ın gözü kapı aralığına takıldığında teyzekızı buharların, sabun köpüklerinin içindeydi. Süleyman bir an hiçbir şey algılamadı. Teyzekızı içerde çorap giyiyor yada ayak tırnaklarını kesiyormuş gibi taburenin üzerinde oturmuştu. Süleyman’ın zihni belli ki bocalıyor, gördüğü bu benzersiz manzarayı yeni doğmuş buzağıya, çiçek açan devedikenine, peygamberdevesine, çirkin bir hindiye benzetmeye çalışıyor, hiçbirinde başarılı olamayınca içerdekinin bir yabancı, kuzeninden apayrı bir mahlûk olabileceğine ihtimal veriyordu. Ancak bir yandan da gördüklerinin çorak toprakta cimcime bulmak, elinde gezinen uç uç böceğini uçurmak yada otların arasında dolaşırken sevimli bir kaplumbağaya rastlamak gibi şaşırtıcı ama hepsinden de gizemli, özel bir şeyler olduğunu seziyordu.
Bu özel şeyleri içinde barındıran, Süleyman’ın henüz ayak basmadığı, hiç tanımadığı, keşfedilmeyi bekleyen bir dünya olduğu muhakkaktı. Peki bu dünyanın kapıları günün birinde kendiliğinden mi yoksa Süleyman’ın çabaları sonucu mu açılacaktı? Süleyman’ın öğrenmesi gereken bir yöntem, kişiliğine eklemesi gereken yeni beceriler var mıydı? Peki ya kapı açıldığında içeri girmeye, orada kalmaya cesaret edebilecek miydi?
Süleyman’ın aklına elbette o anda bu sorular gelmiyordu. Birincisi eksik yaşam deneyimleri ona geleceğini öngörme imkanı tanımıyordu. İkincisi ve daha önemlisi ise kafası sakince düşünmesi için uygun bir anında değildi, zira o anda sol kulağına inen esaslı bir şamarla sarsılıyordu. Süleyman dengesini kaybedip duvara çarpmamak için tutunmak, hemen ardından gelmesi olası ikinci bir darbeden kendini korumak durumundaydı.
Ciciannesi Süleyman’ın düşmesine izin vermedi. Onu sol kulağından tekrar yakaladı, kulağın tepesine başparmağının tırnağını batırıp bir tutamaçtan yakalamış gibi havaya kaldırıverdi. Bu esnada oğlu kendisine terbiyesizliği, utanç duyması gerektiği hakkında söylenen sözlerin, nasihatlerin, emirlerin, tehditlerin çoğunu kaçırdı tabi.
Süleyman o gece sağ kulağının üzerine yattı. Çok yorgun olduğu halde rahat uyuyamadı. Rüyasında evin üst katından tıkırtılar geliyor, Süleyman’ın teyzesi, ciciannesi ile teyze kızı ise mutfakta kendi aralarında konuşuyor, çay içiyorlardı. Hiçbir şeyden haberleri yoktu. Süleyman yanlarına gidip korktuğunu söylemek istiyor, ancak Süleyman’ı görünce üçü birden yüzlerine onu ayıplayan, yargılayan bir ifade takınıyorlardı. Hele teyze kızı konuşsa, oysa seninle oyun oynamıştık, bana bunu nasıl yapabildin? diyecekti. Süleyman onlarla konuşmaya, soru sormaya cesaret edemiyor, göz göze gelmeye dahi çekiniyordu. Üst kattaki meçhul yaratıklar mutlaka ciciannesi ve teyzesi tarafından Süleyman’ı cezalandırmak için eve getirilmişti. Süleyman suç işlemişti. Evin sırrı açığa çıkmıştı. Misafirin evinde çocukların erişmemesi için camlı vitrinin arkasında, vazo içinde saklanan çakıl taşlarını Süleyman bulmuş, taşları kazımış, içlerinde şekerleme olduğunu keşfetmişti.
Süleyman’ın yanına kimse yardıma gelmiyor, üst kattan gelen tıkırtılar git gide artıyor, nihayet onlarca fare iki katlı köy evinin üst katından patır patır Süleyman’ın yatağına dökülüyordu. Kurbağalar yakına gelince birer fareye dönüşüyorlar, yorganın üzerine çıkıyorlar, Süleyman’ın kafasına yürüyüp sol kulağının tepesini kemirmeye koyuluyorlar, hatta kulağındaki acıya da bu hayvanların ısırıkları sebep oluyordu. Süleyman rüyasında hayvanları kovmakla başa çıkamıyor, sık sık uykusundan uyanıyor, gerçekten tepesinde gezinen bir yaratık var mı diye el yordamıyla saçlarını ve yatağın üzerini yokluyor, rüyasının kaldığı yerden devam edeceği korkusuyla istemeye istemeye gözlerini kapatıyordu.
Süleyman Arslan tespihini omzuna asılı olan çantaya yerleştirdi. Oturduğu yerden otelin camını, park eden araçları görebiliyordu. Spor bir BMW sakin sakin yanaştı. İçinden bir kadın ve bir adam indi. Kadın, gümüş taş motifli çantasını omzuna aldı, üzerindeki leopar desenli mantonun sağ eliyle yakasını kapattı, adamın yanına gelmesini bekledi. Adam saçı ve sakalı gibi kapkara bir deri ceket giymişti. Anahtarı valeye verip kadınla birlikte içeri girdiler.
Süleyman Arslan’ın yüzü asıldı. Bulunduğu ortamda kendinden daha varsıl birilerinin olması ona huzursuzluk, alçalmışlık hissi verirdi. Kazandığı paralar hayatındaki dayanağı, uykusuz geçen gecelerinin, ülserinin, baş ağrılarının tesellisiydi.
Babasının ölümünden sonra köyde daha fazla durmak istemedi. Kardeşleri ile tarlayı sattılar, Süleyman payına düşeni alıp büyük şehre yakın bir nahiyeye taşındı. Bir süre emlakçılık yaptı. İnşaat firmalarının hangi kalfalarla çalıştıklarını, demiri, betonu hangi tedarikçiden nasıl temin ettiklerini öğrendi. Güler yüzlüydü, kahvede herkese selam verir, muhtarlarla uzun uzun sohbet eder, cuma namazlarını hiç aksatmazdı. Emlak işlerini fena gitmiyordu. Büyük parseller satınca iyi kazandığı oluyordu. Kenarda bir miktar para biriktirince oturduğu daireyi satıp üzerine koydu, bir arsa alıp ilk inşaatına başladı.
Süleyman Arslan’ın bu cesur girişimini köstekleyenler de olmadı değil. Cami cemaatindeki yakınları, ‘Sen bu işlerden ne anlarsın’ dediler, hatta ‘sen mühendis misin ki inşaat yapacaksın’ diyen densizler bile vardı. Her şeye rağmen sebat etti, kısa sürede işinde uzmanlaştı.
Müşterileri genelde dar gelirli kimselerdi. İşe giderken onların hallerinden anladığını belli etmek için bilhassa yırtık ayakkabılar giyiyor, daireleri gezdirdikten sonra ellerini namaz kılar gibi göbeğinin üzerinde kavuşturuyor, boynunu hafif yana eğerek hüzünlü bir sesle ‘Ben evimi satıyorum,’ diyordu. Bilmeleri gerekirdi ki kendisi tecrübeli bir müteahhitti. Aman haa, herkesi Süleyman Arslan gibi sanmasınlar, üç kağıtçılardan, yalancılardan sakınmak gerekti. Bu meslekte deneyimli, okumuş, hem de dürüst olmak şarttı.
Süleyman Arslan üçer, beşer, onar daireli binaları yaptıkça ‘bu işlerden anlamaz’ diyenleri önce şaşırttı, ardından güvenlerini kazanmaya başladı. Hatta ona danışmaya, fikir almaya başladılar. Çocuklarına düğün yapmışlar, çatı katını kaçak çıkmışlardı, acaba belediye ceza yazmasın diye nasıl projeye uydurabilirlerdi. Süleyman Bey’ in mutlaka kadastroda tanıdığı bir müdür olmalıydı acaba tarlaları on binlik imar planına girmiş miydi. Kendisini ‘mimar’, ‘mühendis’ diye çağıranlar bile olmaya başlamıştı. Emekliliğinde oturmak için müstakil ev yapmak isteyen şu memur kardeşine acaba Mimar Süleyman Bey uygun fiyatlı bir proje çizebilir miydi?
Süleyman Bey’i bu sıfatlarla çağıranlar belki haksız da sayılmazlardı. Sözgelimi tapu müdürlüğüne konutların alanını bildirirken altmış metrekarelik daireyi seksen beş- doksan metrekare girilmesi gerektiğini yeni mezun mimarlara Süleyman Bey hatırlatıyordu. Ayrıca apartmanların altında sığınak olarak ayrılan bölümlerin subasmanını mümkün olduğunca yüksek yapmak gerekiyordu ki yarın öbür gün bir yönetmelik değişikliğinden yararlanıp ayrı bir bağımsız bölüme dönüştürme imkanı olsun. Bu küçük detaylar okullarda öğrenilecek kuru bilgi değildi, ancak işinin ehli olmuş, yıllarca gönül vermiş kimselerce bilinirdi.
Süleyman Arslan işini hep bir şekilde yoluna koydu, hiç zorluk yaşamadı demek ona yapılacak en büyük haksızlıklardan, saygısızlıklardan biri olur. Kaç pazar saat daha on ikiye bile gelmemişken yataktan apar topar kalkıp ‘mümkünse şimdi’ dairelerini görmek için gelmiş müşterilerine ofisini açtı. Onlara karnı tok arsa sahibini nasıl bin bir zorlukla satışa ikna ettiğini, projelerini onaylatmak için suratsız ve isteksiz memurlara ne diller döktüğünü anlattı. Ama nafile. Onu dinlemiyorlardı. Kimisi oda kapılarının desenini beğenmiyor, kimisi balkonu dar buluyor, kimisi de mutfak dolaplarının yetersiz olduğunu söylüyordu. Hiçbir mana bulamayanlar ise hararetli bir pazarlığa tutuştuktan sonra tam kapora alacakken ‘biz bir kendi aramızda değerlendirelim’ deyiveriyor, sırtını dönüp gidiyorlardı. Süleyman Arslan böyle lafları duydu mu gülümser, başını sallar, tatlı tatlı mırıldanır, tespihini çeker, ancak içinde kıyametler kopar, sözlerin sahibini saçından tuttuğu gibi pencereden atası gelirdi.
Arabadan inen çift doğruca resepsiyonun önüne geldi. Kadın çantasını masasının üzerine koyup kimliğini görevliye uzattı. Resepsiyon görevlisi yeni gelen misafirleri süzdü. Deri ceketli kapkara adamın suratı öyle meymenetsizdi ki görevli bakışlarını kaçırmak zorunda kaldı.
Süleyman Arslan’ın dikkatini, kadının leopar desenli mantosundan da, ayağındaki yüksek topuklu çizmelerden de fazla omzunda taşıdığı çanta çekmişti. Çanta kocamandı, deri askısı griydi. Çantanın kahverengi kumaşına yeşil yapraklı, pembe çiçekli bir bitki işlenmişti. Akşamsefası.
Anneannesinin evi merdivenli sokaktaydı. Sokağın bir ucundan öbür ucuna geniş, alçak basamaklı bir merdiven uzanırdı. Merdivenin iki yanında evler sıralanır, evlerin önünde iki üç adım kadar toprak olurdu. Ortak mı karar alıp ekmişti komşular, yoksa etrafa dağılan tohumlardan mı bilinmez, istisnasız bütün evlerin önünde silme akşamsefası biterdi. Süleyman, akşamsefalarının tohumlarını toplar, kibrit kutusuna doldurur, anneannesinin verdiği plastik yoğurt kâsesine gömerdi. Merdivenin başından sonuna kadar dedesi ile yarış yaparlar, dedesi var gücüyle tırmanır, her seferinde de yenilirdi. Dedesinin mavi gözleri merdivenin son basamağını tırmandıktan sonra bulutlanır, her geçen yaz basamakların sanki daha da yükseldiğinden, kendisinin de daha da çelimsiz, güçsüz düştüğünden yakınırdı. Akşam ezanıyla akşamsefaları çiçek açar, Süleyman eve dönerdi. Yemekte her zaman Süleyman’ın sevdiği patatesli börek yahut etli nohut olurdu. Akşam yemeğinden sonra Süleyman dedesi ile evin balkonunda oturur, birlikte batan güneşi izlerlerdi. Güneşin ağır ağır batışında, sokakların sessizliğe gömülüşünde, havanın kararışında dedesi kendine has bir mana bulur, Süleyman’a dönüp, her şey iyi güzel de, bir de şu ölüm olmasaydı, diye hayıflanırdı.
Süleyman’ın yoğurt kâsesine gömdüğü tohumlar hiçbir zaman filizlenmedi. Ciciannesi yanlarına taşındıktan sonra uzun yıllar Süleyman merdivenli sokağa gitmedi. Ancak askerden geldikten sonra dedesinin cenazesi için babası ile birlikte anneannesini ziyaret etti. Komşularının kimisi taşınmış, kimisi ölmüştü. Bazı müstakil evler yıkılmış, yerlerine apartmanlar dikilmişti. Merdivenli sokağın iki yanı temizlenmiş, pırıl pırıl olmuştu. Akşamsefalarının yetiştiği toprak inci gibi bembeyaz beton ile kaplanmıştı.
Kadın asansöre doğru seğirtince Süleyman Arslan da masadaki çiçek demetini alıp kadının peşinden gitti. Asansörün önünde kadın da hemen gülümsedi. İsminin ‘Sevda’ olduğunu söyledi. Neyse ki birbirlerini tanımışlardı. Aksi halde hangi amaçla buraya geldiğini söylemek, doğru kişi ile muhattap olup olmadığını teyit etmek sancılı bir süreç olabilirdi.
Süleyman Arslan hayatı boyunca bir Allahtan bir de kadınlardan korktu. Kadın deyince aklına, çamaşır suyu, bulaşık deterjanı, salça kokusu gelirdi. Onlar, hepsi bir araya geldiler mi, ‘ayol’ ‘kız sende’ ‘üstüme iyilik sağlık’ gibi anlaşılmaz sözcüklerle kendi aralarında, kendi dillerinde konuşurlardı. Bu esnada onlara konuştukları konu hakkında soru sorulunca keyifleri kaçar ’Sen karışma, anlamazsın,’ der gibi bakarlar, sonra yine kendi aralarında kıkırdaşıp sohbetlerine devam ederlerdi. Bir genç kadının en mutlu günleri şüphesiz kocasının değil, teyzesinin, halasının, kız kardeşlerinin yanında geçenlerdi. Evlenmek Süleyman Arslan için bu yaştan sonra ikinci bir dil öğrenmek, sırf bal yiyeceğim diye arı kovanını ait olduğu tabiattan koparıp evin orta yerine koymak demek değil miydi?
Evliliği uzun süre ertelemiş, evleneceği zaman da bari tahsilli olsun diye düşünmüş, kendine ilahiyat mezunu bir eş bulmuştu. Süleyman Arslan evlilikleri boyunca eşini kendisine karşı soğuk olmakla, duyamadığı kısık sesiyle pıs pıs pıs konuşmakla ve ciciannesi gibi yemek yapamamakla suçladı. Ayrıca eşi eskiden beri tanıştığı bazı arkadaşlarıyla kuran okumalarına çıkıyorum diyerek ev gezmelerine gidiyor ve orada muhakkak şampuan, sabun benzeri birtakım evde zaten var olan ıvır zıvırla poşetlerini doldurup dönüyordu. Yedi liralık şampuanı on liraya, üç liralık sabunu beş liraya alan hanımını Süleyman Arslan bir kez uyardı, ancak eve poşetlerin yanında kayınvalidesini ve kayınbiraderleri de gelmeye başlayınca bu kez küplere bindi. Hanımı temizlik malzemelerinin satışının hayır amaçlı yapıldığını, biraz fazla para vermiş olsa da mükâfatının mutlaka bu dünyada, olmadı öbür dünyada verileceğini söyledi ancak kocasını ikna edemedi. İlk kavgaları kısa sürede şiddetlendi, sandalyeler, kül tablaları ve elektrik süpürgesinin sopası konuştu.
Asansörün içindeyken Süleyman Arslan’ın tedirginliği yüzünden okunuyordu. Hummalı bir hastalığa yakalanmış da bir an önce şifa bulmak için kalçasına iğne vurdurmaya gidiyormuş gibi sabırsız, heyecanlı, korkak ve cesurdu.
‘Ay canııım.. Hiç kıyamam.. Ne güzel şeyler böyle…’
Neyse ki Sevda Hanım halden anlayan biriydi de, tebessümleriyle ortamın gerginliğini yumuşatıyordu. Görünüşe bakılırsa çiçeklere de gerçekten sevinmişti. Durup durup, tam bir haftadır hiçbir erkekten çiçek aldığım yoktu, diyordu.
Otel odasının kapısını Süleyman Arslan açtı. Sevda Hanım, kendi evine giriyormuş gibi rahatça içeri girdi. İçerisi tahmin ettiğinden daha küçük, biçimsizdi. Otelin en üst katındaydılar. Hafif nem kokusu hissediliyordu. Mavi floresanın solgun ışığı kum beji duvarlara, yerdeki kırçıl kırçıl gri halıflekse, yatağın ak çarşafına, yastıklarına düşüyordu. Aynalı etejerin önüne tabure, karşısına çift kişilik yatak yerleştirilmişti. Yatak başı kapkaraydı. Timsah derisini andıran imitasyon polyester kumaş ile kaplanmıştı. Klimadan sarkan hortum duvar boyunca zemine kadar turuncu, ip şeklinde iz yapmıştı.
Duvarda, yatağın üzerinde kahverengi çerçeve içinde bir yağlı boya tablo asılıydı. Tabloda sevimli bir kulübe, kulübenin yanında masmavi bir dere, derenin üzerinde işleyen bir değirmen, etrafta çam ağaçları ve yemyeşil çayır betimlenmişti.
Süleyman Arslan’ın kanı daha ilk gördüğünde Sevda Hanım’a ısınmıştı. Güler yüzlüydü,. Konuşkandı. Kibardı. Kısacası tam bir hanımefendiydi. Ayrıca çok da görgülü bir hanımdı. Odaya çıkarlarken beklettiği için ne kadar üzgün olduğunu defalarca söylemişti. Hem sıcakkanlıydı da. Süleyman Arslan’a canım, hayatım diye hitap ediyordu hep.
Süleyman Arslan’ın gözü başından beri Sevda Hanım’ın çiçek desenli çantasındaydı. Çiçeklerin akşamsefası olduğuna emindi. Çantayı nereden aldığını sordu. Ancak Sevda Hanım bir iş insanıydı. Çalışkandı, disiplinliydi. Süleyman Bey’ e boş muhabbet etmenin sırası olmadığını, sadece işlerine odaklanmak gerektiğini hatırlattı. Gereksiz sohbet ikisinin de dikkatini dağıtır, çalışmalarının verimini, performansını düşürürdü. Bu yüzden Süleyman Arslan’dan bir an önce soyunmasını istedi.
Süleyman Arslan bu talebe içerlemiş de küsmüş gibi mahzunlaştı. Kara kara düşünmeye başladı. Besbelli kafasını bir düşüncedir sarmıştı. Cesaret edebilecek miydi? Çıplak kalmak, gizleyeceği bir şeyi olmamak, ham bir insan olmaktı. Ben buyum, buradayım, savunmasızım, gizlim saklım yok demekti. İçi dışı bir olmaktı. Korkma, benden sana zarar gelmez demekti. Eksiğim, yanlışım, çirkinliklerim olabilir, beni böyle kabul edin, demekti. Buyur etmek, gel, bana yaklaş, beni yakından tanı, demekti. Birbirimize üstünlüğümüz yok, farklı olsak da eşitiz demekti. Alay edilmeyi göze almaktı, ama hayran kalınmayı da.
Süleyman Arslan duraksadı. Mümkünse önce küçük bir ricası olacaktı. Sanki odada onları duyacak başka kimseler de varmış gibi isteğini yanına yaklaşan kadının kulağına fısıldadı. Aslına bakılırsa randevu alırken böyle bir talebi yoktu. Sevda Hanım’ı lobide görünce aklına gelmişti.
Sevda Hanım besbelli ki işini severek yapıyor, müşteri memnuniyetine çok önem veriyordu. İnsanları anlamak, her birinin farklı beklentilerine yanıt vermeye çalışmak onun en temel ilkelerinden biriydi. Başkalarının ağız burun kıvırdığı, yapamam, uğraşamam dediği işleri kovalar, ona göre ücret talep ederdi. En tuhaf, sıra dışı isteklere alışkındı. Kimin ne isteyeceğini, neye ihtiyacı olduğunu daha kapıdan girer girmez ‘şıp’ diye anlayıverirdi. Ne de olsa çeşit türlüsünü görmüştü. İnsan sarrafıydı.
Yılların getirdiği onca tecrübeye rağmen Süleyman Arslan’ın talebi Sevda Hanım için sıra dışıydı. Şaşırtıcı, tuhaf olmaktan çok, utanç verici, küçük düşürücüydü. Kabul etmem demedi, ancak meblağ ona göre olurdu.
Sıkı bir pazarlığa giriştiler. İki kez Sevda Hanım, bir kez de Süleyman Bey pazarlık masasından kalkarak odadan çıkacakmış gibi yaptı. Sevda Hanım, imkânı yok, başka türlüsünü kabul etmeyeceğini söylüyor, fiyatta diretiyor, en küçük bir taviz vermeye yanaşmıyordu. Sonunda Süleyman Bey de kabul etti, görüşme ücretinin iki katını daha ödemeye razı oldu.
Yatağın ayakucunda giyinik vaziyette oturuyorlardı. Yüzleri birbirlerine dönüktü. Anlaşmaya göre önce Süleyman Bey Sevda Hanım’ın, sonra Sevda Hanım Süleyman Bey’ in fermuarını açacaktı. Sevda Hanım huzursuzlaşıyor, kendi kendine söyleniyor, ederinden çok düşük bir ücret talep ettiği için yakınıyordu. Ne yapsın, anlaşma anlaşmaydı.
Yüzünde kaygılı bir ifade ile, bir an önce bitsin der gibi, Süleyman Arslan’ın fermuarını açtı.
Süleyman Arslan’ın çantasının fermuarı açılınca içinden üzerinde ördek resmi olan bir kutu banyo sabunu, ülser ilacı, buruşuk kesekâğıdı içinde kavrulmuş yer fıstığı çıktı. Sevda Hanım biraz daha bakmak isteyip içine elini daldırınca bu kez üzerinde ‘2lt ayçiçeği yağı, 1 kilo kıyma, 4 numara çocuk bezi…’ yazılı katlanmış bir market fişi buldu.
Sıra Süleyman Arslan’a gelmişti. Sevda Hanım çok gergindi, sinirden ensesini, alnını kaşıyordu. Neyse ki Süleyman Arslan kucağına aldığı çiçekli çantanın fermuarını bekletmeden açıverdi. Kadın çantaları hep büyük olduğundan içinden daha fazla şey çıktı haliyle… Küçük bir paket kedi maması, kazı kazan kartı, konser bileti, trafik ceza tutanağı (seyir halinde cep telefonu kullanmak), bir kutu antidepresan…. Süleyman Arslan hepsini tek tek yatağın üzerine koydu.
Şimdi her ikisinin de zevkleri, ihtiyaçları, görevleri ve hataları ortaya serilmişken çıplak bir insandan daha masum, ürkek ve mahcuptular. Süleyman Arslan iki kolunun arasına kadının çantasını sıkıştırdı, Sevda Hanım’ın üzerine kendini bırakıp başını kadının dizlerinin üzerine yasladı. Sevda Hanım’ın anaç elleri yaramaz bir çocuğu affeder gibi adamın sakallı yüzünü, saçlarını sevdi.
Süleyman Arslan sağ kulağının üzerine yatmıştı. Sevda Hanım’ın avucunu tutup kulağının üzerine kaydırdı. Kadının şefkat, merhamet dolu parmakları Süleyman Arslan’ın kulağını okşamaya başladı. O okşadıkça Süleyman Arslan da kahverengi çerçeveli yağlı boya tablonun altında huzurla uykuya daldı.
Düşünde masmavi bir dere, dere kenarında bir kulübe; ardından köyünü, köydeki tavuk ve eşekleri, anneannesinin evini, evin önünde yemyeşil akşamsefalarını, top oynayan çocukları gördü. Teyzekızı da çocukların arasında ortaya çıkıyor, oyuna katılması için Süleyman’ ı yanlarına çağırıyordu.
Süleyman Arslan’ın etrafını kurbağalar sarıyor, bacaklarının etrafında ayaklarının üzerinde geziniyor, birden al, pembe, gök renkli tavşanlara dönüşüyorlar; Süleyman Arslan bu tüylü sevimli hayvanlara sıkı sıkı sarılıyor, onları öpüyor göğsüne bastırıyordu.
Karakterin kişiliği, davranışları ile çocukluk anıları arasındaki bağlantı harika! Sahneler arası geçişleri çok sevdim. Harika bir anlatımın var Irmak. Ellerine sağlık…
Beğenmene çok sevindim, teşekkürler
O kadar sıcak ve samimi vir anlatım ki, kendimi her sahnenin içinde hissettim. Kalemine, yüreğine sağlık Irmak.
Çok teşekkür ederim Sevcan