Kalabalığın arasına karışasım yok; çünkü çarçabuk kaçmam gereken pek çok durumla karşı karşıya kalabilirim. Bilhassa böyle durumlarda budalalık derecesine varan alçakgönüllülüğümle bulut kümelerinde gezinmek istiyorum.
Kuş yeminden gömleğim didik didik edilirken, yedi ölümcül günahın her birinin muhteşem eseri olacağım. İnsanlığın, her gün aynı rutini tekrar ederek mükemmelliğe ulaşma çabasından, yarattıkları disiplinden ve bitmek bilmeyen zorbalıklarından terk edercesine kaçacağım. Bu derin ve karmaşık formun üstüne yemyeşil kusacağım. Tüm bunların ardında yatan o meçhul korkuya inat, korkusuzca falan filan.
Öne doğru eğildim ve elimi kaldırdım. Taksi önümde cılız bir fren sesiyle durdu. Aceleci tavırlarla yerleşip dikiz aynasında taksiciyle göz göze geldim.
- Merhaba, kolay gelsin.
- …
- Anıt Sokak, teşekkürler.
Gece saatleri dışında taksiler de, çalan müzik de sıkıcıydı. O ilk düğme gibi. Yaklaşık yirmi dakikalık yolda, ağırlıklı olarak burun çekme sesini duydum. Durum, anlatamayacağım biçimde bir Peter Strickland filmine dönüşmüştü. Belki ben de sesin yarattığı o büyüyü keşfetmiştim. Hadi be ordan! Ne zaman bir düşe dönüştü ki bu? Görsel veya işitsel hazza, her neyse. O an tüm insanlığın sustuğunu düşündüm falan filan. Yolu mu uzattı bu herif? Bu sefer sus. Zaten rüzgara tutulmuş bir alev hassaslığındasın. Yalnız bende fışkırıp etrafa saçılıyor. Gelip geçen insanlara, arabalara, sıçtığımın taksicisine, omuzları ve ense kısmı kepekli ceketine.
Derdim seni aşağılamak değil.
- Ne tarafta ineceksiniz?
Kardeşçe bir ses tonuydu. Anlar ve duygular çat diye nasıl da değişiyor. Oh nasıl da hafif dozlu pişmanlıklara bırakıyor yerini.
- Tekelin orda ineyim.
Cüzdanın fermuar sesi, paranın tozlu hışırtısı falan filan. Pek edebi!
İndiğimde biraz yürüdüm. Ayağımın altında çıtırdayan sarımsı ve kızıl yaprakların bana verdiği hazzı, yine şakaklarımda hissettim. Yaklaşık on dakikalık bir yürüyüşten sonra gözlerimi acıtan matlıkta, gri bir binanın önünde durdum.
Kapıdan çıkan insanların donuk bakışlarını ellerimde hissetmiş olacağım ki, ellerimi cebime soktum.
Bina kapısının önünde sigarasını içenler, kederli bir dalgınlıkla, telaşlı kalabalığı seyrediyordu. Yanlarında tek başına duran ve usul usul cama vuran ağacın bana hissettirdiği o yalınlığı, anlatabilirmişim gibi geldi. Ve zaman hızlı hızlı yürüdüğümde daha çabuk geçtiği gibi, anlattığımda yavaşlardı. İlkini tercih ettim.
Hızlı adımlarla binanın içine doğru yöneldim.
Beni buralara sürükleyen bu restoran, binanın içinde, yerin dokuz, on metre altında ve dünyanın başka bir şehrinde; ancak unutulmuş veya terkedilmiş bir şeylerin yakıştırılabileceği, sessiz sakin bir köşedeydi. Nerede olduğumu farkına varabilmek için doğru yerdeymişim gibi hissettim. Yoldur ya hani önemli olan…
Gözlerim aradan gözüken ve ustalıkla yemek yapan yaşlı adamın gözleriyle çarpıştı. Uğraşını sonsuz defa tekrar ederek kusursuzluğa yaklaşmaya çalışan bu adam, bana taksiye binmeden önceki düşüncelerimi hatırlattı. Layıkıyla tam bir görevli ya da adayan, emin değilim. Belki de mükemmellik, rutindeki basitliğin saflığa dönüşmesinden kaynaklanıyordur. O adam da belki yıllardır, bugün, hala ve her gün bu imkansızlığın peşinde ya da imkansızlık görecelidir falan filan. Yaşlı adamla konuş. Sana geçmişini, arzularını anlatsın. Çok tuhaf olsun falan filan.
Eline sağlık, ilk paragrafı okurken nasıl ya bu Gizem’in tarzı değil dediğim anda seninle karşılaştım. Özlemişim.