Dostoyevski bu öyküyü 1873 yılında yazıyor. Elli üç yaşındayken. Metin anlatıcının iç monoloğu ile başlıyor. Daha öncesinde ise kısacık bir önsöz var. Bu önsözde yazar kendini gizlemeye çalışıyor. Sanki birazdan anlatmaya başlayacağı kendisi değilmiş, başkasıymış gibi.
“Bu kez birinin notlarına yer veriyorum. Bu ben değilim. Bambaşka biridir. Sanırım bu kadar önsöz yeter.”
Buna benzer bir oyunu “Uysal Bir Kız” öyküsünün önsözünde de görmüştük. Dostoyevski’nin burada çabası kendini gizlemek olsa gerek zira birazdan anlatmaya başlayacağı kahraman tıpatıp kendisine uyuyor.
Hemen anımsatmakta yarar var. Dostoyevski’nin yağlı boya portresi 1872 yılında, yani bu öykü yazılmadan görece kısa bir süre önce Vasili Perov tarafından yapılıyor. Tablo Tretyakov Moskova Devlet Galerisi’nde sergilendiğinde tartışmalara neden olmuş olmalı.
Bobok öyküsünün anlatıcı kahramanı da portresi sergilendiğinde doğan tartışmalardan rahatsız görünüyor. Kendisine “deli” sıfatı yakıştırılmasından dem vuruyor.
“… çekingen bir insanım. Gelgelelim deli yapıp çıktılar beni.”
“Alınmıyorum… Gücenmiyorum da… Nerem edebiyatçı ki delireyim?”
Anlatıcının insanlar tarafından deli nitelemesi ile hor görülmesinin yanında yazdıklarının da basılmadığını, geri çevrildiğini öğreniyoruz. Fransızcadan Voltaire’den yaptığı çeviri metinler ilgi görmeyince ekselans Pyotr Makyeviç’e yazdığı övgü dolu metinle, kadınların hoşuna gitme sanatı adlı kitap yazmıştır. Kahramanımız insanların sevgi ve beğenisini kazanmak istemektedir; fakat anlaşılmamakta, yazdıkları okura ulaşmamakta bir de üstüne alay konusu olmaktadır.
Bobok, “Tuhaf Bir Adamın Rüyası“na benzer şekilde kurgulanmış. Bu öykü de iki kısımdan oluşuyor, ilk bölümde iç monoloğa yer verilmiş; ikinci kısımda yine ölümden sonra yaşam teması karşımıza çıkıyor. İki bölüm birbirinden bağımsız. O öyküdeki iç monologda kahramanın tuhaflığı yerine burada deliliği söz konusu.
Deliliğini inkâr eden kahramanımız “Bobok” diye var olmayan sesler duymaya başlayınca bulunduğu mekândan (evinden olsa gerek) dışarı çıkar ve bir cenaze törenine rastlar. Oradakilerin kendisine soğuk davrandıklarını gördüğü ve davet edilmediği halde aralarına katılır. Dostoyevski’nin kahramanları istenmeyen misafir olmaktan asla gocunmazlar. Kalabalıkta alay edilirler, hor görülürler ya da kendileri ile olmadık yerde böbürlenirler. Anlatıcı bu sayede kahramanını başkaları ile çatıştırma, gerilim yaratma fırsatı bulur.
(Aklıma hemen “Yeraltından Notlar”ın isimsiz kahramanının katıldığı arkadaş toplantısı ya da “Tatsız Bir Olay“da ki İvan İlyiç’in yoldan geçerken uğrayıverdiği düğün geliyor.)
Öykünün ikinci bölümü mezarlıkta ölülerin hikâyesidir. Bu noktada anlatıcı birden geri plana itilir. Sadece cereyan eden olayları izler. Okur ile birlikte ruhların uykudan uyanmalarına, birbirleri ile sohbetlerine tanık olur.
Bu bölüm hem ironik hem de yergi niteliğindedir. Cesetlerin çürümeleri ve yaydıkları kötü koku aslında üst düzey Rus bürokrasisindeki yozlaşmadır. Görünüşte kahramanların hayatlarında ölümden sonra da pek bir şey değişmemiş gibidir. Oburluğa, maddiyata ve şehvete hayattan olduklarından daha fazla bağlı gibi görünürler. Bunun sebebi artık kendilerini gizlemek zorunda olmamaları, yalan söylemeye, kendilerini olduğundan daha namuslu, dürüst göstermeye ihtiyaç duyamamalarıdır. Ahlaklı görünmek için kimseyi kandırmaları gerekmez çünkü hayatta değildirler. Artık adiliklerini rahatça dile getirebilirler.
Kalpazanlık maceralarını anlatır.
“Yahudi Zafel ile geçen yıl on beş bin sahte para bastık.”
Hayatta olmayan üstlerine hala fayda göreceklerini düşünüp dalkavukluk eder,
“İstediğim tek şey ekselanslarımızın sağlık durumunu öğrenmektir efendim.”
Rüşvet aldıklarından bahseder.
“Önceki ya da daha önceki gün öldü. İnanabilecek misiniz kasada tam dört yüz ruble açık bıraktı”
Borçlarını reddederler.
“Bu kadarı da saçma artık. Bence burada borçtan söz etmek akılsızlığın daniskasıdır!”
Avdotya Ignatyevna’nın herkesi utanmamaya, dahası soyunmaya çağırması ise bu sahneyi doruk noktasına çıkarır.
“Utanıyordum. Orada (hayatta olduğu dünyayı kastediyor) gene de utanıyordum ama burada hiçbir şeyden utanmamayı çok istiyorum, çok…”
(…)
“Size bir şey söyleyeyim mi bedensel hazlara düşkün bir insanım ben. İçimdeki tutkular orada, yukarda çürük bağlarla bağlıydı hep. Koparıp atalım artık bu bağları, gelin bu iki ay utanç nedir bilmeyen bir gerçek içinde geçirelim. Çırılçıplak olalım. Her şeyimizi serelim ortaya”
Her yandan sesler yükseldi.
“Serelim, serelim!”
Burada eleştirmen Roger W. Phillips’e kulak verelim. Phillips bizi metnin başına götürür. Anlatıcı portresini yapan ressama öfkelidir. Acaba kahramanın öfkesinin tek nedeni metindeki gibi ressamın siğilleri mi öne çıkarmasıdır?
“Yanılmıyorsam şu ressam da resmimi yazarlığım için değil, alnımdaki simetrik şu iki siğil için yaptı. Besbelli acayip buldu onları. Düşünce yok adamlarda, şunun bunun kusuru ile uğraşıyorlar. Hani resimlerde siğillerimi çok da başarılı yapmış. Çok canlı duruyor. Realizm diyorlar buna.”
Hemen ardından yine konu deliliğe bağlanır.
“Deliliğime gelince geçen yıl bizde çok kişinin adını deliye çıkarmışlardı zaten… Hem de ne güzel bir üslupla, sözgelimi: ‘Böylesine özgün bir kabiliyeti… sonunda ortaya çıktığı gibi… aslında çoktan beklemek gerekirdi bunu…’’’
Dikkat edilirse anlatıcı taşkınlık yapan birinin ertesi gün alkol aldığını söyleyerek içkiye sığınması gibi deliliğe sığınıveriyor. Ama bunu ben kendime yakıştırmıyorum başkaları benim öyle olduğumu söylüyorlar, diyerek yapıyor. Phillips’e dönecek olursak, anlatıcının metindeki ressama öfkesi aslında Dostoyevski’nin ressam Vasili Perov’a öfkesidir. Acaba öfkesinin asıl sebebi çıplak bırakılmışlığı, resim ile yüzündeki derin ifadenin, zihninden belki o an geçmekte olan (Tıpkı Avdotya Ignatyevna ve diğerlerinin rahatça dile getirdiği gibi) karanlık, kötücül düşüncelerin tuvale taşınması olmasın?
Dostoyevski de Stendhal gibi (ama onun kadar şiddetli bir sendrom yaşamamakla beraber) güçlü bir sanat eseri karşısında kendinden geçme, esrime anı yaşardı. Bilenler için küçük bir hatırlatma olacak. Yazar eşi Anna ile birlikte Basel’de yaptıkları gezintide sanat müzesini ziyaret eder. Orada Hans Holbein’in “Ölü İsa” adlı resmini görür. Yaşamı boyunca inanç ile inançsızlığın çelişkisini yaşayan yazarı, İsa peygamberin sıradan, ölü bir insan olarak resmedilmesi derinden etkiler. Karısı Anna Dostoyevskaya, bu anı günlüğünde şu sözlerle anlatır:
“(İsa’nın) yüzü korkunç acılarla doluydu. Gözleri yarı açıktı; fakat hiçbir ifade yoktu. Hiçbir şeyi göremezdi artık. Burnu ağzı ve çenesi lacivertti. Korkunç derecede ölü bir bedene benziyordu. Fyodor resmin karşısında tamamen kendinden geçti. Resme daha yakından bakmak için bir sandalyeye oturdu.”
Dostoyevski o anı Budala romanına taşıyacak ve kahramanı Prens Mişkin’i Avrupa ziyaretinde gördüğü tablo hakkında hayrete ve korkuya düşürecekti.
Kaynak:
Vikipedi
Artsor
Dostoyevski / Öyküler, Çev: Ergin Altay İletişim Yayınları 496 Sayfa