Nefesi helezonlar çizerek karışırken dünyanın pisliğine, içine kirletmek için bir nefes daha aldı. Hücreleri hızla pay etti kendi aralarında oksijeni. Küçük bir an, bir an daha ve bir an daha. Küçük anlar boyunca biraz daha. Biraz daha yaşayabilmek için küçük küçük nefesler almaya devam etti. Elleri koltuğun kolçağını sıkmaktan terlemişti.
Telefonda, “Bugün eve uğrayacağım,” demişti kadın. “Konuşacağız.”
Konuşacaklardı. Geri dönüyordu. Anlamıştı her şeyi. On dakika, yarım saat, bir saat. Ne zaman, ne zaman? Telefonu kapattıktan sonra duşa girmiş, üstüne başına çeki düzen vermişti. Ne zaman, ne zaman? Evi şöyle bir toplamıştı. Eli ayağına karışmış, kendisini koltuğa attığında yerinden kalkamamıştı. Her yer dağınık. Her şeyde onun izi, kokusu, gülümseyişi. Gelecekti. Dönüyordu ona. En başından anlatacaktı, anlayacaktı. Sarılacaklar, öylece kalacaklardı. Mide bulantısını bastırmak için bir şeyler yemeyi düşündü. Mutfağa gidip birkaç parça kraker tırtıkladı. Ağzının içinde kum gibi dağıldı kraker. Su içse ferahlardı. Tezgah kirli. Temizlese ya. Konuştuktan sonra kahve içerlerdi belki. On dakika, yarım saat, bir saat. Midesini kerpetenle sıkıyorlardı.
Beklemek.
Kapının zili ruhunun dağınık odalarında yankılandı. Yaşanmışlık koyu renkli perdeye sıçradı ilkin. Oradan kökleri birbirine bağlanmış çiçek motifleri olan halıya döküldü. Halıdan sürünerek ilerledi. Yerde ağzı açık duran çantaya, içinden çıkmış kitaplara, kirli bir tişörte bulaşarak geçip gitti. Elektrik kablolarını takip ederek masanın üzerindeki boynu bükük lambaya ulaştı. Işıkla birlikte odanın her yerine saçıldı. Bir tutam saç üzerine düşen tozlu bir ışık huzmesini kıskandı adam. Avuçlarının arasına almak istediği yüzün üzerine düşen bir tutam saçı da. Cüret edebilir miydi? Düşündü, zihni bulanana ve artık düşüncelerin silikleşeceği noktaya kadar. Pek uzun sürmemişti. Sadece kısa bir an. Hayatının, küçük nefeslerinden birkaçını kurban edebileceği kadar önemsiz bir an. Her şey silinmişti.
Kıpırdayamadı bile. Gözleri halının desenlerine kilitlenmişti.
***
Dudakları kendisine uzanan tülden bir elin parmak uçlarıyla temas etti. Tül çenesinden boynuna doğru kaydı, hafifçe. Orada bir bahar esintisine kapılmışçasına dalgalandı birkaç saniye. Ardından omzunun üzerinden kayıp gitti. Titriyordu. O incecik sarsıntı hali, o savrulma arzusu rüzgârda. Dalından koparak ona doğru süzülmeyi göze alabilecek miydi? Titriyorsun, diyordu kadın ona.
“Titriyorsun.”
İncecik, sarsıntılı bir ses, görünmeyen bir buğu aralarında, sonra sonu toprak, kuru kavruk hışırtılı bir yaprak, elleri böylesine küçük müydü, ne düşünüyor, bakış açısı anlatmaya yetmez bunu, peki kadının bakışı yeter miydi ona? Bakış derinleşiyor, büyüyor, genişliyordu. Perdeleri sarmaşıklar sarmaya başlamıştı. Komodinin üzerindeki pet su şişeleri, içecek kutuları, boş bardaklar ıtırlara, sakız sardunyalara dönüşüyordu. Yer karosunu hızla saran bitki örtüsü minik sarı çiçekleri ile ayaklarının dibine kadar geldi. Bin bir delik buldu içinde, bütün dağınıklığın üzerini sardı. İçinden taşıp kadına ulaştı. Ayaklarının etrafında kümelendi. Kadının, çiçeklerin ortasında süzülen tülden bir kelebek gibi görünmesine neden oldu.
Kelebek yumak otlarına konacak bir süre oyalanıp sazlıkların arasına gizlenecekti. Orada tüllerinden soyunup tekrar bir kadın olacaktı. Göletin kıyısına oturup ayakkabılarını çıkaracaktı. “Gel yanıma,” derken kirpikleri titreşecekti. Gidecekti. Gidip ayak bileklerinden başlayacaktı öpmeye. Yüzünü bacaklarına sürerek ilerleyecek, karnına gömecekti. Kadının elleri bir süre saçlarında oyalanacaktı. Kendini kuma doğru bırakırken onu da yukarı çekecekti kadın. Ağırlığını vermeden vücuduna yaslanacak, boynuna sokulup kokusunu duyacaktı. Yüzünü avuçlarının içine alıp gözlerinin içine bakacaktı. Her yerde mineler açmaya başlayacaktı. Narince kucaklayıp taşıyacak, gölete girecekler, batacaklar, nefessiz kalacaklardı bir süre. Alnını alnına yaslayacak, nefesini dudaklarında hissedecekti. O nefesin içinde eriyip gitmek isteyecek; ama dayanabileceği son ana kadar duracaktı. Saçlarını yüzünden çekecekti ve …
“Gel yanıma.”
Ses adamı bileğinden güçlüce tutup sarstı. Adam bir an için irkildi, üzerindeki kum yere döküldü; kaybolup gitti. Sarmaşıklar ve binbirdelik otları da öyle. Ağzı kurumuştu. Bedenine acemi adımlarla ilerledi. Kadın yatağa oturmuş ayakkabılarını çıkarıyordu. Sağ ayak bileğini ovalarken yüzünü kaldırıp baktı ona. Kuru, kupkuru bir bakış. Işıksız, ışıltısız, parıltısız. Olabilir mi, olabilir mi? Bu gözler… Tek bir şiir okumamış gibi cansız, hüzünlü bir anda gözleri buğulanmamış, bir ağaca dokunmamış, ayakları kuma gömülmemiş, parmakları dudaklarına değmemiş gibi. Hiç değmemiş gibi. Orada. Kapının önünde. Ayaklarının dibinde binbirdelik otları sarı çiçeklerini açarken, dudaklarına değmemiş gibi. Gözlerinde yine bu kuru, kupkuru bakış mı vardı? Sahi bakmamışlardı birbirlerine. Umut, her şeyi yeşerten bir bakışın umuduydu. Birkaç dakikada kaç ömür geçmişti? Peki o, kaç ömrü geçip buralara gelmişti? Kalbinin uğultusu, karnındaki krampa, kramp ellerindeki tere karıştı. Gidip kadının yanına oturdu. Gözlerini halının desenlerine dikti. Gözlerini kapadı. Gözlerini açtı. Uzun iç çekişler, bekleyişler, nefesler, ellerden boşanan ter, yutkunmalar, boğaza kadar gelen mide asidi, dışarı kusulamayan o kuru, kupkuru bakış. Yüzünü yerden kaldırıp baktı kadına. O bakış? Işıltısız, parıltısız? Hayır hayır. Donuk. Sırlı bir cam kadar donuk, soğuk, gerçek. Kuru olan kendisiydi. Kuru, kupkuru. Kadının gözlerindeki kendisiydi.
Kadın, ağırlığını sağ kolu üzerine verip başını hafifçe yana eğdi. Gözlerini kısıp dudaklarını ıslattı. Kendisini biraz geriye alıp ona doğru döndü ve bağdaş kurdu. “Şimdi bana gerçeği anlat,” dedi.
Hayaller, umutlar, düşler…
Eline sağlık arkadaşım.