Edebiyat

Üçgenler

Körfez savaşının ha bugün ha yarın çıkacak diye beklendiği günlerdi. Eve gelir gelmez televizyonun düğmesine basmış mutfağa doğru giderken duyduğum müzik beni şaşırtmıştı. “Yıldız Savaşları” filmlerini mi yayınlıyorlardı acaba? Gözüm ekrandaki CNN amblemine ilişti. Ne olduğunu anlamamıştım. Görüntüye tane tane konuşan bir kadın spikerin sesi eşlik ediyordu. “Amerikan uçakları bugün yaptıkları derin sortilerle Irak güçlerine…” Sonraki günler bu görüntülere zamanla yeni sesler, yeni savaş deyimleri eklendi. Değişmeyen tek şey CNN yazısı ve insanların tane tane “simültane” seslendirdikleri haber çevirileriydi. Uzakta olmayan, naklen izlediğimiz bu savaşa biz de kendimizi hazırlıyorduk. Artık her şeyin savaşla özdeşleşmiş bir adı vardı. Bizi nükleer bombalardan koruması için tüm kapı ve pencerelerimize yapıştırdığımız kalın ambalaj bantlarının adı “Saddam bandı” olmuştu. Üstelik de karaborsa. Kendi teknolojik çözümlerimizi de yaratmıştık. Radyasyon düzeyini ölçmek için gece yatarken pencerelerimizin dışına tavuk bağlıyor, sabah uyandığımızda hala ölmemişse sokağa öyle çıkıyorduk. Tüm sağlık personeli; radyasyona maruz kalan insanlara, nasıl müdahale edeceğimizi İngilizce seslendirilmiş video bantlarından İngilizce bilmeksizin içgüdülerimizle öğrenmiştik. Bizleri radyasyondan koruyacak uzaylı gibi giysilere de sahip değildik ama; ne gam…

 

Günler birbirini kovalarken ekranda yeni bir görüntü oluştu: Yanan petrol kuyuları. Tüm basın eline aldığı kağıt kalem ile yanan petrolün miktarını ve dolar olarak değerini hesaplıyordu. Çevreci kuruluşlar, basın organlarında bulabildikleri tüm yöntemlerle bu savaşın doğaya verdiği zarardan söz ediyordu. Ekranlarımızdaki en son görüntü oldukça duygusal bir müzik parçası eşliğindeydi: Denizin üzerini kaplayan petrolün arasından sıyrılmaya çalışan bir karabatak. Müzik çok güzeldi. Bakmaktan kendimizi alamıyorduk. Sanki bu savaştan etkilenen tek canlı bu karabataktı. Sanki savaş; uçakların sorti skorları, yanan petrol kuyuları ve bu karabataktan ibaretti. Sanki o ülkede insanlar yoktu, ölmüyor, öldürülmüyor, öldürmüyorlardı.

 

Bir akşam evimin kapısına hızlı hızlı vuruldu. Acele ile merdivenleri inip sokak kapısını açtım. Kapının önündeki arabanın kaputuna yaslanmış, sigara içen bir adam, hastaları olduğunu söyledi. Muayenehanenin önünde beklemelerini söyleyerek tekrar eve girdim. Televizyonu kapattım. Çizmelerimi ve mantomu giyip muayenehaneye doğru yola koyuldum. Geleni tanıyordum. Üzerindeki siyah deri montu, fitilli kadifeden pantolonu ve kösele botları ile buraya ait olmadığı her halinden belli oluyordu. Bana daha önce de hasta getirmişti. İlk geldiğinde yanında dört kişi vardı. Giysilerinden onların da buraya ait olmadıkları belli oluyordu. Kasketlerinin altından uçlarını karşılıklı omuzlarına attıkları poşuları, giydikleri şalvarın altındaki “cizlavat” lastikleri ve asla bedenlerine uymayan kumaş ceketleri ile dört adam. Mardin’in bir köyünden gelmişlerdi. Kadın erkek çoluk çocuk ilçenin yirmi kilometre dışındaki orman arazisinde çalışıyorlardı. Her türlü ihtiyaçlarını bizim ilçeden karşılıyorlardı. İlk karşılaşmamızda yalnızca bu adamın Türkçe bildiği hissine kapılmıştım. İki yıl İstanbul’da kalmış. Ehliyeti olduğundan ilçedeki her işe o koşuyordu. Askerliğini sıhhiye eri olarak yaptığından da yarım doktor sayılıyordu. Birisi hastalandığında önce o müdahale ediyor ancak; hasta iyileşmezse doktora getiriliyordu. Eli iş tutan herkes gündüz çalıştığından hastalar hep gece getiriliyordu. Ben gördüğümde genellikle hastalık çok ilerlemiş oluyordu. O kadar ki bazılarının hastanede yatması gerekiyordu. Onlar ise muayene sonunda yazacağım ilaçla bir anda iyileşip sabah işlerinin başına dönmeyi bekliyorlardı. Hasta ile çoğu zaman tercüman aracılığı ile anlaşıyorduk. Türkçe bilenleri bile yakınmalarını önce ona anlatıp onun bana aktarmasını tercih ediyorlardı. Erkekler daha önce askerde doktora gitmişlerdi. Kadınların “daha önce doktora gittin mi” sorusuna yanıtları panik içinde “haşa” ya da “töbe” oluyordu. Kadınların o anda orada oluşlarının tek nedeni bebelerinin hasta oluşuydu. Onlara kalsa kadınları getirmiyorlardı ama “dohtur beğ şart koşmuştur” diyerek getirmek zorunda kalıyorlardı. Yani ben bu gelenleri tanıyordum. Ben bu adamı tanıyordum: Tercüman, şoför, doktor, patron… Dil sorunumuzu zor da olsa hallediyorduk. Muayeneyi sağlıklı bir şekilde yapabilmek başlı başına bir problemdi. Üzerlerindekileri çıkartıp muayene masasına uzanmalarını söylediğimde yüzleri ciddiyetle kasılıyor, sözsüz “hayır” diyorlardı. İlaç yazabilmem için bunun zorunlu olduğunu her birine ayrı ayrı anlatmam gerekiyordu. Çıkardıkları her giysinin ardından “diğerini de” diyordum. Üstlerinden çıkanların tümü gri, siyah lime lime olmuş giysilerdi. Hasta fanilasına kadar soyunduğunda ise ilk kez tanık olduğumda dona kaldığım bir görüntü çıkardı ortaya: Kat yerleri bozulmamış, çoğu kez üzerinde etiketi bile duran, kar beyazı bir fanila. Bunun nedenini daha sonra öğrenecektim. Sağlık ocağında muayene oldukları bir doktor muayene ederken yüzünü buruşturup ellerini yıkamaya koşmuş. Muayeneyi bitirdiğimde benim problemim ise yazacağım ilacın parasını nasıl karşılayacakları oluyordu. Her gün sağlık ocağına gelen ilaç tanıtımcılarının getirdiği ilaçları muayenehaneye onlar için taşıyordum. Ne var ki, bir türlü yeterli miktara sahip olamıyordum. Muayenehaneye geldiğimde, onları kapının önündeki arabanın içinde beni bekler buldum. Açtığım kapıdan içeriye önce patron girdi. Soba borusunun üzerindeki mandalı açık konumuna getirdim. Yerime otururken diğer adamla kadın da girdiler. Kadın kocasının arkasına gizlenmiş gibiydi. Yalnızca eteğinin bir ucu havada sakin dalgalar oluşturuyordu. Buyurun; oturun sözüne erkekler “selamın aleyküm” diyerek uydular. Sandalyenin biri boştu. Kadın oturmayıp eşinin arkasında ayakta durmayı tercih etti. Kadının bu davranışı dikkatimi çekti. Rahatsız etmekten çekinerek de olsa onu izliyordum. Karlar içinde açmış bir çiğdem gibiydi. Üzerinde küçük kırmızı çan çiçekleri olan, sentetik bir kumaştan parlak, sarı bir elbise giymişti. Elbisesinin altından rengini tam olarak ayrımsayamadığım bir başka giysinin silueti görülüyordu. Üzerine erkeklerin giydikleri ceketlerin aynısı kumaş bir ceket giymişti. Başındaki öylesine atılıvermiş hissi uyandıran yün atkının bir ucu sol kolunda tuttuğu bir şeyin üzerini özenle örtmüştü. Oyalı yazması yüzünün etrafını ahenkle dolanırken ağzını örtmekten geri kalmıyordu. Yazmasının açıkta bıraktığı çivit mavisi gözler yerdeki belirsiz bir noktaya dikilmişlerdi. Diğer insanların yüzüne bakmaktan özenle kaçınan, biraz mahcup, biraz kaygılı, bir çift göz. Neden bilmem ben de gözlerimi hızla kadından kaçırdım. Kısa bir suskunluk anından sonra hayırdır inşallah dedim. Patron oturduğu yerde kıpırdanıp “bizim yiğen hastadır” dedi. Getirilen hasta çocuksa “yiğen” kadınsa “bacı” erkekse “abey”di. Bunlar da benim doktor beyliğim gibi değişmez şeylerdi. Artık alışmıştım doktor bey olmaya. Ama ilk zamanlar yöre halkının da kullandığı bu doktor bey sözüne epey direnç göstermiştim. Bir gün yaşlı bir köylü “ama doktor hanım sen hanımların da beyisin” diyerek bu duruma son noktayı koydu. Yine de tepkisiz kalamıyordum. Yüzüm de oluşan küçük bir tebessümle, “ne şikayeti var” diyerek ayağa kalktım. Muayenehane eski bir ahırdan bozma büyükçe bir salondan ibaretti. Perde ile bölünerek oluşturulan muayene bölümüne geçtim. Onlarda beni takip ettiler. Odanın içi az da olsa ısınmıştı. Kadın atkısının altındaki kabarıklıkta duran bohçayı muayene masasının üzerine bıraktı. Bohçanın içinden yeni doğmuş olabileceğini düşündüğüm kara gözlüklü bir bebek çıktı. Sorularımı sormaya başladım. Adamla patron arasındaki anlamını bilmediğim bir dildeki konuşmaların sonunda tek tek yanıtlar gelmeye başladı. “Sekiz aylıktır”; “hastadır”; “ataşı bir haftadır düşmemiştir”; ” penisilin kesmemiştir”. Çocuğu soymalarını söyledim. Çocuğun üzerinden çıkanlar da diğerlerinin giysileri gibi lime, lime ancak gri siyah değildi. Neredeyse akla gelebilecek her rengi içeriyordu. Çocuk üzerindekilerin tümünden kurtulduğunda gözlerime inanamadım. Bir haber programında gördüğüm açlığın yaşlandırdığı çocuklar gibiydi. Kocaman bir karın ve kocaman gözlerin dışında adeta vücudu yoktu. “Kaç aylık” sorusunu tekrarladım. Cevabı yine aynıydı: “sekiz aylıktır”. Sorularıma devam ediyordum. Üç gündür öksürürken, kusarken kan geliyormuş. “Af buyur, barsakları kıçından çıkmıştır”, “dem gelmektedir” diyor patron. Çocuğun ateşini ölçmek için derece koyuyorum. Birkaç soru daha sorup muayenemi yapıyorum. Aklımca bunun altında nadir görülen bir sendrom yakalayacağım. Anneye dönüp doğumla ilgili sorular sormaya başlıyorum. Hiç Türkçe konuştuğunu duymadığım adam öfkesini bastırmaya çalışan bir ses tonu ile “Namahrem vardır dohtor bey, ayıptır” diyor. Sonra da bu yaptığını bağışlatmak istercesine yalvaran gözlerle patrona dönüp “abey” diyerek mırıldanıyor. “Bunu öğrenmek zorundayım” sözümle patron gözlerini hepimizden kaçırıp perdenin öbür tarafına geçiyor. Yakılan kibritin sesini, açılıp kapanan kapının sesi takip ediyor. Doğum çadırda, kendi kendine olmuş. Çocuğun “eşi” geç gelmiş. Doğduğunda daha şişmanmış, sonradan zayıflamış. Annenin sütü gelmemiş. Bir haftalıktan beri yedi yaşındaki kız bakıyormuş. Un kavurması veriyorlarmış. Süt yokmuş. Dereceyi alıp bakıyorum. Kırkı biraz geçiyor. Muayene bölümünden yine bir perde ile ayrılmış pansuman odasına geçiyorum. Ateşi düşürmeliydim. Çeşmeden su akmıyor. Su bidonu boş. Aklımdan çocuğu dışarıdaki kara yatırmak geçti ama; hasta sahiplerinin tepkisini düşünüp vazgeçtim. İğne yapmaya karar verdim. Enjektöre ilaç çekip içeriye geçtiğimde neresine yapacağımı bilemedim. Gel gör ki yapmak zorundaydım. İçim acıyarak iğnesini yaptım. Ardından hızla ne yapabileceğimi düşünmeye başladım. Bir yandan da serum takacak damar aradım. Uzun uğraşlardan sonra serum takmayı başardım. Çocuğun durumu ciddi. Sorgulama ve muayenenin doğumsal anomaliden çok bakımsızlık ve beslenme bozukluğu olduğunu düşünüyorum. İldeki hastaneye gitmeli. Yatırılması gerekiyor. Adama bunu söylediğimde gözlerini yerden kaldırmadan “para yohtur dohtur bey” dedi. Çocuk hastaneye yatmalı ama nasıl? Tek çözüm gibi görünen fon, benim için çözüm değil. Kaymakam vekili eczaneden çocuk bezlerini parasız alabilmesi için getirdiği ilaç küpürlerini yazmayı reddettiğim günden beri bana karşı tavırlı. Benim hastam olduğunu öğrendiğinde kağıtlarını imzalamaz. Ama bu çocuk yaşamalı, ölmemeli. Hastaneye yatmalı. Belki hastanede de ölebilir. Ama ben hastanede yaşayabileceğini umuyorum. Sağlık ocağının diğer doktorunu aradım. Durumu anlattım. Telefondaki ses “hayır mümkün değil, fondan karşılamazlar. Zaten kaymakam vekili de senin hastan olduğunu öğrenir” dediğinde, benim bile tanımakta zorlandığım bir ses bir anda odayı doldurdu: ” Çocuk ölsün mü?” Bu ben miydim? Telefonu kapatıp beklemeye başladım. Kadın çocuk ile muayene odasında kalıyor. Adam ve ben büro kısmına geçtik. Patron da içeriye girdi. Adamdan yakındaki kahveden çay söylemesini rica ettim. Patrona bir şey söylemesek de o sanki konuşulan her şeyi duymuş gibiydi. Odanın içini bir sessizlik kapladı. Kalkıp içerideki bölüme geçtiğimde, kadın bir an için bakışlarını çocuğun üzerinden kaldırıp yüzüme çevirdi. Gözlerinde usul usul akan yaşlarla “Oğul, oğul;” diyerek sustu. Çaresizliğin getirdiği kabulleniş karşısında yapabileceğim hiçbir şey yoktu. Çocuğun serumunu kontrol edermiş yapıp tekrar diğer bölüme geçtim. Çaycı ve adam ile birlikte içeriye girdiler. Tepside üç tane çay…ne yapmaya çalışıyorsam yine o kendime bile yabancı gelen sesle “bir çay daha;” dedim. Dönüp her şeyin sorumlusu oymuşcasına adama baktım. Telefon çaldı. Arayan doktor arkadaşım. “Tamam fondan ödeyecekler. Bu akşam hastaneye gitsinler. Yarın işlemler için sağlık ocağına gelirler” Bir suçu itiraf eder gibi “parti başkanını aradım; kaymakam vekilini aramış; o da beni aradı. Senin derdinin ne olduğunu anlayamasam da haber vermek istedim” dedi. Telefonu kapatıp çaycının getirdiği çayı kadına götürdüm. Döndüğümde patron dışarıya çıkmış. Adam gözleri yerde yüzüme bakmaksızın “abeyin yanında çay içmesi ayıptır” dedi. Aradan bir süre geçince patron içeriye girdi. Hep birlikte bir şeylerin ayıbını yaşadık. Adam kadının “abey”in yanında çay içmesinin ayıbını, patron gücünün bu defa yetmemesinin ayıbını , ben de kendimce bir şeylerin ayıbını… Çaylarımızı içerken neler yapmaları gerektiğini anlatıyorum.

 

Anlattıklarımın yeterli olmayacağını düşünüp onlar gider gitmez hastanedeki nöbetçi doktoru telefonla aradım. Çaycı çay boşlarını alıp gittiğinde tamamen yalnız kaldım. Kendi düşüncelerimden kaçabilmek, bir şeylere sığınabilmek için transistörlü radyomu açtım. Hiçbir zaman anlayamadığım ama severek dinlediğim klasik müzik programı başlamıştı. Müzik; soğumaya başlayan, bomboş odayı bir anda doldurdu. Gözüm sehpanın üzerinde duran, çocukların oynaması için aldığım pastel boyalara ilişince masamın üzerinde duran sarı zarfı ve pastel boyaları önüme çektim. Ne yaptığımın ayrımına varmaksızın karalıyor, boyaların birini bırakıp diğerini alıyordum. Müziğin ritmi hızlandıkça çizgiler büyüyor, sıklaşıyor, silikleşiyordu. Ritmi yavaşlayınca daha düzgün, daha belirgin, daha kısa oluyorlardı. Spiker biraz sonra çalacak olan parça hakkında bilgi verirken yaptığımın müziğin resmi olduğunu kavrayıverdim birden. Biraz daha dikkat edince kağıdın üzerinin üçgenlerle dolu olduğunu gördüm: Hem üçgen hem de insan şekilleri. Bazıları bir diğerini gölgelemiş. Başlangıçtaki üçgenler kontürlerini yitirmişler, renkleri diğerinin içinde erimiş, ortaya yeni renkler, yeni üçgenler, yeni şekiller çıkmış. Üçgenler, üçgen insanlar, üçgenliğinden, insanlığından iz kalmamış insanlar ama hem üçgen hem insan, üçgen insanlar. Büyük insanlar, küçük insanlar, eğri büğrü insanlar, doğru insanlar, insan insanlar, üçgen üçgenler… Müzik devam ediyor. Takip etmeye çalışıyorum. Nara nara nara nara nay; Beethoven? Nay nay nay naranay nay naynayy nara nay nay; Rodriges? Nana nana naynaynay naranay. Önümdeki kağıdın üzerinde bir başka şekil canlanıyor. Yazmalı kadın. Annemin namaz örtülü kadını. Az önceki insanlardan birini yazmalı bir kadına dönüştürmüştüm. Çizgilerimle yazmanın katlarını defalarca arttırıyordum. Kadın çizgiler arasında sıkışıp kalıyor. Yazmalı kadının bir benzerini ziyaretim sırasında heykeltraş Hakkı Atamulu’nun evindeki bir heykelde görmüştüm. Üzerine konulan cam sayesinde sehpa olarak kullanılıyordu. Onu tasarlarken, yontarken, doyumsuz sohbetleri sırasında karşımda oturup yudumladığı çay fincanını onun üzerine bırakırken neler düşündüğünü kim bilebilir ki!… Müzik devam ediyor. Nara nara nara naranam…Önümdeki kağıdın üzerindeki üçgen insanlardan birini daha yazmalı kadına dönüştürüyorum. Yazmanın katlarını oyalamaya başlıyorum. Nereden geldiğini anlayamadığım bir “kara” kadının benim oyalarla renklendirmeye çalıştığım yazmasını kaplıyor. Bununla da kalmayıp tüm bedenine yayılıyor. Karanın arasından yeşiller kaplıyor ortalığı. Aslında az önceki karanın bu koyu yeşilin gölgesi olduğunu anlıyorum. Resme dikkatlice bakınca bu koyu kara yeşilin resimdeki peri bacalarının arasından çıkıverdiğini görüyorum. O peri bacaları ki, içindeki kiliselerde bir Osmanlı padişahı ile bir azizenin yan yana resmedildiği freskleri bir mücevher gibi asırlardır saklamaktadır; son yıllarda insan resimlerinin gözleri oyulmuş bile olsa. Taş evlerinin kapısında “barışçıl düşünceleri olmayan bu kapıdan girmesin” yazan o peri bacaları diyarı. Ne garip, düşüncemin beni götüreceği o belli noktadan kaçmak istemiştim. Kendimi bir o kadar farklı bir o kadar karamsar bir noktada buldum. Çaresizlikten, bir şey yapamamanın utancından kaçtığımı sanmıştım. Bilmek; ama bilmenin çözüme yetmediğini de bilmek, insanların zorunlu bir göç yaşadığını bilmek. Göçün yol açtığı sorunları bilmek. Bu göçün gizli ya da açık nedenlerini bilmek. Bir şey yapamıyor olmanın acısını ve utancını yaşamak. Kaçmak istediklerimin bir kısmıydı: Hala oldukları yerde duruyorlardı.

 

Radyoda Türkçe ve yabancı dillerde haberlerin sunulacağı anons edildi. Spiker ses tonunda hiçbir coşku ifadesi olmaksızın ilk haberi okumaya başladı: “Bugün dünya barışı için büyük bir adım atıldı. Taraflar arasında ateşkes görüşmeleri başladı” Aylardır üzerimize çöken savaş bulutlarının aydınlanabilmesi için küçük de olsa bir umut belirmişti. Bunun umut mu yoksa kötü bir haber mi olduğu bakılan tarafa göre değişiyordu gerçi. Çünkü bazıları bu savaştan çok fazla şey elde etmeyi umuyorlardı. Benim için iyi bir haber sayılmalıydı. Sevinmeliydim. Ne var ki sevinemiyordum. Benim gerçeğim bu gün bu kara gözlü çocuğun yaşamasıyla sınırlıydı. Güneşin yarın bu çocuk için doğup doğmayacağını bilemiyordum. Bir şekilde bu durumun sorumluları arasında olmak…Bir yerlerde açlıktan, barınaksızlıktan, ilaçsızlıktan, bombalardan ölmek üzere olan nice çocuğun olduğunu bilmek… Benim gerçeğimse bu kara gözlü çocukla sınırlıydı.

NOT:TTB ÖYKÜ ANLATI YARIŞMALARINDAN ÖYKÜLER KİTAPÇIĞINDA YAYINLANMIŞTIR.

 

Rukiye Çetin

Okumak daha çok yer işgal etse de yaşamımda, yazmak her zaman ya kalemimin ucunda ya da aklımdaydı. Uzun süren bir eylemsizlik sonrası yazma uğraşına yeniden döndüm. Katıldığım yaratıcı yazarlık atölyesinde birlikte olduğumuz, hem çok şey öğrenip hem de çok eğlendiğimiz arkadaşlarımla bu karnavala ben de katıldım. Gezgin bir göçebe, acemi gurme, balkon bahçeci olarak , kentlerden, kırlardan topladığım dağarcığımdaki sesler, renkler, tatlar ve kokularla kalabalığa karışmaya çalışacağım.

YAZAR HAKKINDA

Rukiye Çetin

Okumak daha çok yer işgal etse de yaşamımda, yazmak her zaman ya kalemimin ucunda ya da aklımdaydı. Uzun süren bir eylemsizlik sonrası yazma uğraşına yeniden döndüm. Katıldığım yaratıcı yazarlık atölyesinde birlikte olduğumuz, hem çok şey öğrenip hem de çok eğlendiğimiz arkadaşlarımla bu karnavala ben de katıldım. Gezgin bir göçebe, acemi gurme, balkon bahçeci olarak , kentlerden, kırlardan topladığım dağarcığımdaki sesler, renkler, tatlar ve kokularla kalabalığa karışmaya çalışacağım.

Bir Yorum Yazın

+ 25 = 35