İncelemeler

ÖYKÜLERİ EŞLİĞİNDE STEFAN ZWEIG VE BAŞKALDIRI OLARAK İNTİHAR

İnceleyeceğimiz kitap, indigo yayınevinden basılmış. Çeviren Ogün Duman. Kitap beş öyküden oluşuyor. Öykülerin ortak özellikleri, hayal kırıklıkları, çıkışsızlık, ölüm, intihar, otorite, başkaldırı gibi temaları ele almaları. Kitaptaki sıra ile inceleyemeye başlayalım.

İlk öykümüz Aylak

Kitaba ismini veren öykü olmasına rağmen ben en başarılı öykünün son öykü Mürebbiye olduğunu düşünüyorum. Sebebini o öyküyü incelerken açıklamaya çalışacağım. Aylak öyküsünün kahramanının bir “kaybeden” olduğunu söyleyebiliriz. Kahramanımız tembel bir öğrencidir. Anne babası ile ilişkileri de iyi değildir. Sınıfında diğer öğrenciler tarafından alay konusu olur ve bunda Yunanca öğretmeninin hatırı sayılır bir payı olduğunu öğreniriz.

Aslına bakılırsa okura başlangıçta pek de sempatik gelmeyen bir karakter yaratmıştır Zweig. Derse sürekli geç kalan bir öğrenci besbelli sorumsuzdur. İlerleyen satırlarda öğrencimizin birkaç kez sınıf tekrarı yaptığını da öğreniriz. Şu halde kendisinin ortalamanın altında bir zekaya sahip olduğunu bile pekala düşünebiliriz.

Ancak metnin anlatıcısı bize asıl sınıfta kaldıktan sonra kahramanımızın derslerden koptuğunu söyleyecek, ardından öğrencimiz küçük bir aydınlanma yaşayacaktır: Kendisinin yaşıtları üniversiteye giderken hala lisede olmasının sorumlusu Yunanca öğretmenidir.

Kahramanımızdan nefret eden, onu derste küçük düşüren öğretmen aynı zamanda devleti ve otoriteyi temsil eder. Anlatıcı, öğretmeni bir din adamına benzetir; ancak asıl meselesi sınıfta devlet otoritesini temsil eden yetkilinin mutlak doğruyu bildiği iddiasıdır.

‘Sarıya çalan papaz çehresi ile nasıl da kürsüde oturuyordu.’

‘Yapış yapış sesiyle nasıl da ikiyüzlü ve aptalca bir şekilde ehemmiyetsiz şeyler anlatıyordu, tek bir hatası olamayanların özgüvenli ciddiyetiyle.’

Zweig’ın bu öyküsü hayatı boyunca tutuk kalmış bir öğrencinin aşama aşama zincirlerini kırıp devlet otoritesine ama aynı zamanda etrafında onu anlamayan herkese, ailesine, arkadaşlarına, topluma ve bu sisteme isyanını anlatır. İsimsiz kahramanımız önce hiç yapmadığı bir şeyi yapıp öğretmene cevap verir, sıra ile önce sözlü sonra fiziksel çatışmaya girer. Sınıfı terk ettiğinde artık ne yapacağına karar vermiş gibidir. Düşünceleri tek bir fikir üzerinde yoğunlaşır: İntihar.

Zweig’ın kahramanları hayata en baştan yeni bir çevre ile başlamayı, daha iyi bir gelecek umut etmeyi safça bulurlar. Hayat saçmadır, toplum ikiyüzlüdür. Sınıftaki ‘masum’ çocuklar içlerinden birilerini kurban bellemeye, onunla alay etmeye bayılırlar.  Haylaz bir velet diğerlerini ‘eğlendirerek’ kolayca bütün sınıfı arkasına toplayabilir. Ebeveynler kendi çocukları dahi olsa tembel ise ondan utanç duyarlar. ‘Başarılı ve çalışkan’ insanlar hep sevilir. ‘Başarısızlara’ aptal yaftası vurulur. Bu döngüyü kırmak mümkün değildir.

Bu bağlamda intihar, bireyin bu kurgusal düzene en yüksek perdeden itirazı, ‘ben sizin oyununuzu oynamıyorum’ demesidir. Geride kalanları her zaman dehşete düşürür. Gizemlidir. Kişi artık hayatta olmadığı için ardında her zaman boşluklar bırakır. Acaba neler yaşamıştır?  Ölümü seçmekten başka hiçbir çıkış yolu bulamamış mıdır? Onun acısını ve yaşadığı travmayı bizim anlayabilmemiz mümkün değildir. Zira anlayabilseydik olasılıkla biz de intihar girişiminde bulunabilirdik.

İntihar edenin deneyimlediği acının sorumlusu bir bakıma hayatı boyunca tanıdığı bütün insanlardır. Zira hiç kimse ona hayata tutunabilecek bir dal uzatmamış, ona hayatı sevdirememiştir. İntihar eden, yakın çevresine ‘benim katilim sizsiniz’ mesajı verir.

İntihar, ölüm olgusunu, kendi ölümümüzü hatırlattığı için de geride kalanları dehşete düşürür. Yaşadığımız sürece hep zihnimizden uzaklaştırmaya çalıştığımız, korktuğumuz ‘ölüm olgusu’ na bir başkası koşa koşa bilerek ve isteyerek kavuşmuştur. Bizim varoluşsal bir çıkmazımız, temel krizimiz olan ‘ölüm’ başka birinin kendini sağaltma, bunalımdan kurtarma aracı haline gelmiştir. İşte bu paradoksu kolay kolay çözemeyiz. Bu nedenle intihar vakaları bizi her zaman afallatır, şaşkına çevirir.

Öyküde, öğretmen sanat dersleri veriyor. Yurttaşlık Bilgisi, Tarih değil de neden edebiyat ve sanat? Acaba Zweig sanat eğitiminin okulda veriliyor olmasına mı karşı? Böyle bir eğitim mutlak doğrulardan ibaret değildir. Ezberletilemez, öğretmen tarafından öğretilemez, bu nedenle ders olarak okutulamaz. Şayet okutulacak ise daha demokratik, özgür bir ortamda anlatılmalı demek istiyor olabilir mi?

Öyküdeki öğretmenin dersi nasıl anlattığını görmüyoruz. Kahramanı sinirlendiren onun sözlerinin ‘tutarsızlığı, laf kalabalığından ibaret olmaları.’ Ancak öğrencinin bu laf kalabalığına karşı kendi fikirleri var mı, savunduğu görüş nedir, bunu da bilmiyoruz. Bildiğimiz onu küçük düşüren ve sınıfta kalmasına sebep olan bu adam sayesinde kahramanın artık sanat ve edebiyat derslerinden nefret etmeye başladığı.

Kahramanımızın sadece okul ile değil ailesi ile de meselesi olduğunu görüyoruz. Belli ki kararlarının arkasında duracak bir ailesi yok. Yeni bir hayata başlayacak gücü yok. Kendine inancı yok. Sevgisi yok.

İkinci öykümüz Cenevre Gölündeki Olay

Bu öykü bana Akira Kurosava’nın “Dersu Uzala” filmini çağrıştırdı. Hikayemiz Cenevre Gölü kıyısında geçer. Villeneuve’de göle balık tutmak için açılan bir kayıkçı, tahta sandal içinde çıplak bir adam ile karşılaşır. Sonradan Rusya topraklarından geldiğini anladığımız bu yabani köylü aslında saf ve gerçek insanı temsil eder. Uygar dünyayı tanımamaktadır. Cereyan eden savaştan (olasılıkla 2. Dünya Savaşı) haberi yoktur. Çarı korumak için askere alındığını sanmaktadır, oysa çar devrileli yıllar olmuştur. Zweig, metinde modern insanın yarattığı kurgusal düzeni bu kez daha politik bir bakışla sorgular. Uygarlık nedir,  insana ne kazandırmıştır, savaşlar neden çıkar, bireye faydası nedir, devletler ve sınırlar neden vardır gibi soruları okura sordurur.

Sonradan isminin Boris olduğunu öğreneceğimiz bu saf köylü ile hükümet binasındaki müdür arasında geçen diyalog ilginçtir. Müdür iyi niyetlidir ve Boris’in zarar görmemesi için ona yardımcı olmaya çalışır. Ona tanımadığı modern dünyayı, devletleri ve cereyan eden savaşı anlatmaya çalışır. Ne var ki Boris’in sorduğu sorular hiç de anlamsız değildir. Adam köyüne, karısının ve çocuklarının yanına dönmek istemektedir. Kendisi silahsızken ve sadece evine (ve ülkesine) geri dönerken başka bir insan tarafından öldürülme tehlikesi nasıl olabilir? Onu neden silahlı askerler geri çevirecekler, evine dönmesine engel olacaklardır?

Boris müdüre savaşın ne zaman biteceğini, evine neden dönemediğini sordukça Boris’in bu anlamsız sistemi sorguladığı için çoğumuzdan daha akıllı olduğunu düşünürüz. Müdür ise bir görev adamıdır. Müdür karakteri ‘Aylak’ öyküsünde olduğu gibi tek başına devlet otoritesini temsil etmez. Müdür ‘kötü’ değildir. Hatta Boris soru sordukça müdürün de içinin acıdığını, elinden gelen bir şey olsa yapabileceğini hissederiz. Zweig boşuna Boris’in karşısına hükümet yetkilisini koymamıştır. Müdürün Boris’e verdiği her olumsuz yanıt onun da yetkilerinin bir sınırı olduğunu bize hatırlatır.  Bu öyküde kahramanımızın karşısında en büyük otorite yani devletlerin kendisi vardır.

Boris evine gitmek için ısrar ettiğinde müdürün ona verdiği yanıt aklımızdan kolay kolay çıkmaz:

‘Ben yine de gideceğim beyim. Güçlüyüm. Yorulmak nedir bilmem.’

‘Ama gidemezsin Boris. Arada sınır var.’

Üçüncü öykümüz Unutulmuş Düşler

Bu öyküde aşk ve hayal kırıklığı temaları ağır basıyor. Bir zamanlar birbirini seven eski sevgililer aradan yıllar geçtikten sonra tesadüfen tekrar karşılaşırlar. Öyküde iki kahramanımızın da adı yoktur. Sadece ‘adam’ ve ‘kadın’dırlar. Metinde hayal kırıklığı yaşayan erkektir. Zira kadının nasıl olup da para düşkünü zengin bir erkekle evlendiğine bir türlü akıl erdiremez. Ancak burada anlaşılmayacak bir şey yoktur çünkü kadın lükse ve konfora pek düşkündür. “Ya aşk”, diye sorduğunda adam, kadın “zaman içinde fikirlerinin değiştiğini” söyler. Burada erkek kahraman hayal kırıklığına uğramış görünse de kadının verdiği yanıt pek tutarlı görünür. Hep gençliğinden beri lüks yaşamı arzulamış ve sonunda istediği hayata kocası sayesinde kavuşmuştur. Her şeyden pek memnun görünmektedir. Hatta adama aradığı aşkı şimdi bulduğunu söylese de onu yadırgamazdık. Kahramanımız kadından hiç beklemediği sözleri duymuş gibidir. Yaşadığı hayal kırıklığı ile kadının yanından ayrılır.

Dördüncü Öykü Orman Üzerindeki Yıldız

Konuşacağımız bu öykü de ‘Unutulmuş Düşler’ gibi aşk teması üzerine kurulmuş; ancak bu kez mesele sınıf farkları üzerine oturtuluyor. Kahramanlarımızdan biri (erkek) garson, diğeri (kadın) kontes. Bu öyküyü iki kısıma ayıracak olursak; birinci kısımda garsonun kontese âşık olmasını, ikinci kısımda ise umutsuz aşığın eyleme geçişini okuyoruz.  Genç adam aşık olduğu kadını gözünde öyle yüceltiyor ki karşısında yalnızca çaresizlik hissediyor. Artık kendini öldürecek, hem de bu ölüm kontesin elinden olacaktır.

Burada yanlış anlaşılmazsa kahraman biraz intihar etmek için bahane arıyor gibi. Kontesi ilk defa görüyor. Zweig, garson ile kontesi karşı karşıya getirip konuşturmuyor, kontes tarafından reddedilmiyor. Neden kahramanların birbirleri ile hiç iletişim kurmadıklarının sebebi öykünün ikinci bölümünde daha iyi anlaşılıyor.  Şayet kadın tarafından küçük görülse, okur kontesi suçlayacak, kontes tarafından sevgi ile karşılansa bu kez de intihar için sebep kalmayacaktı.

Stefan Zweig

Stefan Zweig

Zweig ilginç bir yol izleyip garsonun hayal üzerine kurulu aşkını kontesin hayal dünyası ile çakıştırıyor. Öncelikle kontesin elinde ölmenin, onun ‘ayakları altında ezilmenin’ hayalini kuran kahramanını kadının bindiği trenin raylarına yatmasını sağlayarak hayalini gerçekleştiriyor. Dahası kadın kahramanına kitap okutuyor, (bir Fransız romanı) kontes romanını okurken bir felaket yaşanacağını sanki seziyor ve ruhunu bu korkunç duygu kaplıyor, o an trenin durmasını istiyor:

‘Aniden kitabı bitkin parmakları arasından bıraktı. Neden böyle yaptığını kendisi de bilmiyordu. İçini parçalayan gizli bir duyguydu bu. Ağrılı belli, belirsiz bir bası hissetti. Ani, anlaşılmaz ölçüde insanın içini ezen bir acı hissetti. (…) Endişe verici bu acı gitmek bilmiyordu, kontes fır dönen tekerleklerin her titreşimini hissediyor, trenin körlemesine ilerleyişi, içinde tarif edilmez bir eziyet duygusu yaratıyordu.’

Öykünün ikinci kısmında kontesin intihar eden kişinin haberini aldıktan sonra gözyaşlarına boğulduğunu okuyoruz. Kadın ‘derin ve tuhaf bir acı’ hissediyor. Bu öyküdeki kahramanımız birazdan Mürebbiye öyküsünde okuyacağımız gibi kimseyi cezalandırmak istemiyor. Acısı ve çıkışsızlığı kendinden üstün gördüğü bir kadına dönük. İmkansız bir aşk arzuladığı ve bu aşkın karşılık bulamayacağını bildiği için intiharı seçiyor. Ancak metnin finalinde Zweig, kontese gözyaşı döktürerek kontesi gözümüzde yüceltiyor. (Demek ki yalnız parayı önemseyen ‘kokoş’ bir hatun değilmiş)  Demek ki garson hayatta olsa imiş onun ölümü göze alan sevgisine karşılık verme ihtimali de varmış. Bu kez okur, öykünün pek de gerçekçi olmayan birinci bölümünü unutuyor, iki kavuşamayan sevgilinin acı dolu hikâyesine odaklanıyor, metin bittiğinde zihninde bıraktığı buruk tadı anımsıyor.

Gelelim Mürebbiye Öyküsüne,

Bu öyküde bir mürebbiyenin aşkını ve hayal kırıklıklarını iki kız çocuğunun gözünden izliyoruz. Kız çocukları büyüklerin dünyasını gerektiğinde kapılara kulaklarını dayayarak, onların suskunluklarını, üzüntülerini gözlemleyerek anlamaya çalışıyorlar. Ancak anlayamıyor, yapılan zalimliklere (bu zalimliği yapan anneleri bile olsa) hak veremiyorlar. Onları yadırgayamıyoruz. Yetişkinlerin yarattığı ayrı bir kültür var. Bu kültürün kuralları var ve bu kurallar mantık dışı, tutarsız.

Bir önceki ‘Orman Üzerindeki Yıldız’ öyküsünde olduğu gibi burada da iki farklı sınıftan insanın aşk hikayesi söz konusu. Ancak burada aşktan önce toplumun bu çarpık saydığı ilişkiye bakışına odaklanıyor Zweig. Toplumu, metinde tek bir birey temsil ediyor. Kızların anneleri.

Varlıklı ailenin iki kızının, kızların annelerinin, babalarının,  hatta mürebbiyenin de metin boyunca isimleri verilmiyor. Bir tek Otto’nun adı var. Yani erkeğin. Otto bu evde kalan kızların kuzenidir. Üç yıldır kızlarla aynı evde yaşar.

Bir gün mürebbiyenin ağladığını gören kızlar genç kadının aşık olduğunu anlarlar. Otto ile mürebbiyenin ilişkisi olduğunun da farkındadırlar. Otto da mürebbiyenin peşinden koştuğuna göre o da genç kadına aşıktır muhakkak. Hatta kızları bakıcı ile daha samimi olmak için araç olarak kullanmıştır da, o halde mürebbiye neden ağlamaktadır?

“Peki o zaman neden ağlıyor ki? Adam da ondan hoşlanıyor. İnsanın aşık olmasının güzel bir duygu olduğunu düşünmüşümdür hep. “

“Bilemiyorum” diyor ablası hülyalı bir sesle. “Ben de öyle olması gerektiğini düşünüyorum.”

 (…)

“Zavallı mürebbiye!”

İki kız da görüldüğü gibi bakıcılarını çok severler. Mürebbiyedeki tuhaflığı fark ettikten sonra Otto ile ikisini daha yakından takip etmeye başlarlar ve iki sevgili odada konuşurken büyük kız kapıyı dinler. Mürebbiye Otto’ya itirafta bulunur. Genç adamdan çocuğu vardır.

İki kız da olanlara bir anlam veremez. Çünkü onlara sadece evli insanların çocuk sahibi olabileceği öğretilmiştir.

“Bir çocuk olması imkânsız! Nasıl olabilir ki zaten? Evli bile değil ve sadece evli insanların çocukları olduğunu çok iyi biliyorum.”

Mürebbiyenin içinde bulunduğu zor durum ortadayken Zweig, kahramanını karanlık sona hazırlamak için ona iki darbe daha indirir!

  • Otto baba olduğunu anladığında çareyi (tahmin edileceği gibi) ertesi gün bir bahane ile evden sıvışmakta bulur.
  • Kızların anneleri (kendisi de bir kadın olduğu halde) mürebbiyeyi evden kovar.

Mürebbiyenin, kızların annesi tarafından ahlaksızlıkla suçlanarak evden kovulması önemli. Annenin de toplumun ona dayattığı rolleri benimsediğini, kadın olduğunu unuttuğunu bize gösteriyor. Zweig bu hikâyeyi iki çocuğun gözünden değil de sözgelimi mürebbiyenin gözünden yazsaydı bu kadar etkili olmazdı. Yetişkin davranışlarını anlayamayan çocuklar sordukları sorularla bize (okura) ne kadar acımasız, tutarsız bir dünya düzeni kurduğumuzu hatırlatıyorlar. Çocuklarla birlikte biz de gerçekten başka türlü olamaz mıydı, diye düşünüyoruz.

Ama Zweig cesur ve özgün bir yazar olduğunu metnin finalinde gösterir. Şayet yazarın incelediğimiz öykülerinde intiharın ‘haklı bir tepki’ olabileceğini anlatmak gibi bir derdi varsa, fikrini en cesurca bu öyküde savunmuştur. İki küçük kız taviz vermeden mürebbiyenin yanında yer alırlar. Onu çok sever ve haksızlığa uğradığından şüphe etmezler. Otto’ya ve dahası kendi anne babalarına bile tavır alırlar. Bize intihardan açık açık bahsetmez yazar. Ancak mürebbiye son eylemi ile Otto’yu şaşkına çevirir, zalim anneyi ve (ikizi babayı) göz yaşlarına boğar. İntihar, hem baskıcı otoriteye bir tepki hem de zalimlere ceza olmuş gibidir. Ama biz çocukların tepkisine bakalım. Kızların anne babalarına olan güveni yitmiştir bir kere. Büyüklerin dünyasını anlamaya çalışırlar; ancak boşluğun içine düşerler:

“Uğruna ağladıkları mürebbiyeleri değil artık, artık kaybettikleri anne babaları da değil; hayır, vahşi bir dehşetle sarsılıyorlar, bugün ilk kez ürkekçe bakma fırsatı buldukları bu bilinmeyen dünyadan gelebilecek her şeye karşı duydukları korku bu.”

Küçük kızlar duygusal olarak mürebbiyenin yanında yer aldıkları gibi eylem olarak da onu destekliyor görünürler. Öykünün sonunda onlar da intihar etmezler elbette; ancak gözlerini (ve bilinçlerini) kapatıp uyumayı seçerler. Zira yaşamın acımasızlığından ancak bu şekilde kaçabilirler.

“Hissettikleri karmakarışık korku, handiyse rüya gibi, giderek boğuklaşıyor, iç çekmeleri hafifliyor. Solukları artık yumuşakça birbirine karışıyor, tıpkı az önce gözyaşlarının yaptığı gibi. Ve nihayet uykuya dalıyorlar.”

Zweig adeta şöyle der:

“Çocuklar gibi saf ve temiz yürekli kalabilseydik bu anlamsız hayatta yaşamaya tahammül edemezdik!”

İndigo

Irmak Erkan

Bir gece yatağından kalktı. En sevdiği pantolonunu, gömleğini giydi, cüzdanını yanına aldı, çantasını sırtladı; karısını ve çocuklarını öpüp odadan çıktı. Çalışma odası soğuk, karanlıktı. Ahşap masanın üzerindeki gece lambasını yaktı, sobayı tutuşturdu. Sandalyesine oturdu, yazmaya başladı.

YAZAR HAKKINDA

Irmak Erkan

Bir gece yatağından kalktı. En sevdiği pantolonunu, gömleğini giydi, cüzdanını yanına aldı, çantasını sırtladı; karısını ve çocuklarını öpüp odadan çıktı.
Çalışma odası soğuk, karanlıktı. Ahşap masanın üzerindeki gece lambasını yaktı, sobayı tutuşturdu. Sandalyesine oturdu, yazmaya başladı.

Bir Yorum Yazın

41 + = 51

2 Yorum

  • Kitabı okumaya ve sorgulamaya çağıran bir inceleme. Özellikle intiharın art duygusu ve nedenleri hakkında söyledikleri yazarımızın düşünmeye değer. Teşekkürler.