Hevesle başladığım bir öykünün ortasında takılı kalmak ne acı… Oysa hikâyenin nasıl sona ereceğini de biliyorum. Bölük pörçük imgeler, monologlar biriktirir oldum. Yazdıkça ve okudukça aklıma yeni yeni hikâyeler geliyor. Ne yazık ki hepsini tamamlamaya yetişemiyorum. Can alıcı paragraflar, bana ipuçları fısıldayan notlar var çekmecemde…
Zweig’ın “Yakıcı Sır” öyküsünü yeni bitirdim. Öykünün baş kahramanlarından biri işi gücü avcılık olan bir baron. Ancak baronun avladıkları arasında yaban tavşanları, boz ayılar, sülünler ve ren geyikleri yok. Esmer, sarışın, kızıl, çekik gözlü, hokka burunlu hatunlar var. Tuhaftır; bu güçlü ve karizmatik baron, öykünün en zayıf çizilmiş kahramanı. Vicdanı, acıları, çelişkileri yok. Hayata dümdüz bakan tam bir keyif adamı.
Bunun yanında hiç şüphesiz ustaca kurulmuş bir metin. Zweig oğul-baba oğul- anne çatışmasını Freudyen bir bakışla incelemiş. Metinde edebiyatçılıktan çok sanki ruh hekimliğine soyunmuş. Yahudi kadın ile baron arasında yaşanan yasak aşk ilişkisini on yaşındaki bir çocuğun gözünden (onun sezdiği ve anladığı kadarı ile) okura yansıtmış. Hikâyede anne var, çocuk var, genç ve yakışıklı bir erkek olan baron var (mevcut karı koca ilişkisindeki üçüncü kişi); baba yok. Zweig ortada olmayan babanın boşluğunu bu küçük çocuk ile dolduruyor. Bu duygusal kahramanımız babanın aynası aslında. Öyle ki anne ile oğul arasında kıskançlık sonucu oluşan nefret, aklımıza birbirini artık sevmeyen karı-kocaları getiriyor. Baron ile kavgaya tutuştuğunda da karısı tarafından aldatılan kocanın öfkesini görüyoruz küçük oğlanda.
Benim en fazla yadırgadığım Zweig’ın bu metinde kadın kahramanına bakışı oldu. Hoş, başka öykülerinde de (sözgelimi “Bir Kalbin Çöküşü” gibi) kadın kahraman güvenilmezdir. Erkeği hayal kırıklığına uğratır, acı çektirir. Bahsettiğim öyküde bir babanın ıstırabını görüyoruz. Kızı yeni reşit olmuştur. Sevgililer edinir. Adamın karısı ve kızı hallerinden pek memnun görünürler. Kayınvalidenin gelinlerden hazzetmediği gibi baba da kızının çevresindeki erkeklerden nefret eder. Adama şimdiye kadar kazanmış olduğu para, sahibi olduğu iş anlamsız görünür. Zweig dindar bir kahraman yaratmıştır. Kızının flörtleri adamı daha da dindar hale getirir. Ancak gerçek hayatta hiçbir baba kızının sevgilileri oluyor diye acısından ölmez. Zweig burada da kurnazca düşünmüş, adamı başından beri hasta olarak tasarlamıştır. Metnin sonunda hayatını kaybeder yaşlı adam. Tıbbi olarak safra kesesi iltihabı neden olmuştur ölüme. Sıkıntılı ruh hali sadece karanlık sonu erkene almıştır.
Zweig yaşlanan, artık karısı ve kızı tarafından beğenilmeyen, giderek sevilmeyen bir babanın krizini anlatıyor. Baba hayatı boyunca çalışmıştır. Kimin için, ne için çalışmıştır? Kendine değer vermeyen kadınlar için yaşamını tükettiğini fark eder. Bu öyküde hayatın anlamsızlığı erkeğin kadınlar tarafından ihanete uğramış olması temasına dayandırılır ve erkek kurtuluşu ölümde bulur.
Benim kendi ‘Çoğulluk’ adlı öyküm üzerine çalışırken anlatmaya çalıştığım temaları Zweig’da bulmam şaşırtıcı oldu. Zweig öykünün kurgusunu olaylara dayandırmış. Şüphesiz abartılı bir hikaye… Karısı ve kızı için kendisinden vazgeçmiş bir adam… Onun hikayesi benimkinden daha fazla yan öykü ile besleniyor. Benimki daha çok monolog şeklinde olacak; tıpkı Maupassant’ın “Solitude’ı” gibi. Ama madem kısa yazacağım; Zweig gibi olay anlatmayacağım benimki de sımsıkı, yoğun bir metin olmalı.
Yazmakta olduğum temalara başka eserlerde rastlamaya başladım ya, geçen hafta izlediğim film de benzer meseleyi anlatıyordu: Sylvain Chomet’in 2010 yılında yaptığı “Sihirbaz” adlı bir animasyon. Artık izleyiciyi çekmekte zorlanan yaşlı sihirbazın hayatına genç bir kız girince adamın ikisi için de başlayan değişimine odaklanıyor film. Kahramanımız genç arkadaşını memnun etmek için cebinde son kalan üç kuruşu harcıyor, geceleri uyumadan tamirhanelerde çalışıyor. Hepsi ne için? Hanımefendiyi memnun etmek için! Ama kızımız kendine uygun yakışıklı bir delikanlı bulduğu gibi bir gün bile düşünmeden adamı terk ediveriyor!
Çehov’un Cem Yayınları’ndan çıkan tiyatro oyunlarını ilgi ile okuyorum. “Tütünün Zararları,” tek kişilik bir oyun. Tütünün zararlarından çok sanki evliliğin zararlarını anlatıyor Niyuhin. “Ayı,” “Bir Evlenme Teklifi” ile birlikte üç oyunda Çehov’un ilk dönem öykülerini andırıyorlar. Üçü de gülmece. Kadın erkek ilişkileri üzerine kurulu. “Ayı (1888)” oyununda kadınlardan nefret eder Simirnov:
“… bütün kadınlar çıtkırıldım ve nazlıdırlar, cilve yaparlar, yapaylık düşkünüdürler. Dedikoduyu bırakmazlar, kin beslerler, iliklerine kadar yalancıdırlar, hemen telaşa kapılırlar, ıvır zıvır şeylere önem verirler, acımasızdırlar…!”
fakat kendisi ilişkilerde tecrübe sahibidir de:
“Kadınlar yüzünden üç kez düelloya girdim. On iki kadını terk ettim. Dokuzu da beni bıraktı. (…) Gönül verdim. Acı çektim. Gece aya bakıp iç çektim. Mızıklanıp durdum. Eriyip bittim, dağılıp gittim.(…) Kadın özgürlüğü konusunda saksağanlar gibi cakcak edip durdum, içten gelen duygularla mülkümün yarısını kadınlar uğruna harcadım. Ama şimdiki karşınızdaki ben Tanrı’nın kulunu artık aldatamazsınız.“
“Bir Evlenme Teklifi (1889”) ise pek çabuk kavga eden pek de çabuk barışan nişanlı iki gencin hikayesi. İlginç olan gülmecenin altından hakkıyla kalkan Çehov’un aynı dönemde dramı da yazabilmiş olması. Ivanov (1887) hatırlanacağı gibi çocuksu bir Hamlet’dir, çelişkilerin, acıların kahramanıdır. Dostları tarafından anlaşılmaz. Hoş hem karısına hem de yakın çevresine karşı dürüst de değildir. Mutsuzdur, aşktan da çözüm beklemeyecek kadar gerçekçidir de. Pek çoklarının tahmin ettiği gibi para ve kadın düşkünü değildir. Nitekim Şaşa’ya âşık olduğu halde ve para sıkıntısına çözüm olacağı halde evlilik teklifini reddedecek kadar gururludur. Şaşa’ya sevgisini kadınla evlenmeyerek, onun hayatını mahvetmeyerek gösterir.
İvanov karakterini Vanya Dayı’dan daha çok sevdim. İvanov, Vanya Dayı’dan daha karanlık, daha kötü, daha umutsuz.
Çehov’u şimdiye kadar yeterince dikkatle okumadığımı görüyorum. Onun bahçesi birçok yazarınkinden daha renkli, daha çeşitli bitkiler barındırıyor. Çehov birçok farklı temanın üstesinden kolayca geliyor.
Sözgelimi “At Arabasında” öyküsü… Platanov’un “Kum Öğretmeni’ne” de esin vermiş besbelli… Kahramanımız Mariya Vasilyevna… Gencecik kadın çocukluğunun kenti Moskova’yı tamamen unutmuş gibidir. Babasız ve annesiz bu köy öğretmenin elinde ona annesini anımsatan yegane hatıra, bir fotoğraftır ne var ki okulun rutubetinde o da solup gitmektedir. Rutubete ve fotoğrafın silinip gitmesine okulun sebep olması önemli; çünkü kadının gençliği de ne yazık ki köy okullarında çürüyüp yok oluyor. Derken karşısına Hanov çıkıyor. Genç kadının taşradan kurtulmak için umududur Hanov. Diğer bir yanda kaskatı bürokrasi… Yolsuzluklar, rüşvetler… Görevini suiistimal eden memurlar, dönen torpiller… Hanov’u pek az, yalnız Mariya’nın gözünden görürüz. Kadına göre, yakışıklı, çekici, nüfuzlu bir adamdır. Ama gerçekte de öyle midir? Onun da bu kirli bürokraside parmağı olması pek muhtemeldir. Temiz yürekli Mariya’ya göre bu etkileyici adamın yüksek mevkilerde gözü yoktur bu nedenle büyük şehre ya da yurt dışına gitmez. Oysa dikkatli okur Hanov’un pekâlâ ‘taş yerinde ağır olduğundan’ taşrayı terk etmediğini sezer.
Çehov okurun gözü önüne capcanlı köy okulunu, mesleğini zorlukla yerine getirmeye çalışan derbeder öğretmenleri getirir,
“Yavaş yavaş gelmeye başlayan küçük öğrenciler kendileri ile birlikte sınıfa çamur, soğuk getirirler. Okulun bitişiğindeki tek odalı lojman son derece rahatsızdır, üstelik mutfak da odanın içindedir. Dersten çıkınca başı çatlarcasına ağrır. Her yemekten sonra midesi yanar.“
dahası Mariya Vasilyevna üzerinden halkın yok edilen geleceğini, çürüyen bir ülkeyi anlatır:
“Yalnız o değil, bütün öteki öğretmenler, yoksulluk içinde yüzen hekimler, sağlık memurları eşek gibi çalışırlarken yüce bir ülkü uğruna, halka hizmet için çalışıp didindiklerini düşünmeye fırsat bulamazlar. Çünkü kafalarında sürekli geçim derdi, odun, kötü yollar, hastalık kaygısı vardır. (…) İçlerinde heyecan taşıyan, duyarlılığı olan, yüreklerinde heves ve yüce bir ülküye hizmet etme coşkusu bulunanlar ise çok geçmeden yorularak mesleklerini bırakırlar.”
Yine Çehov’un “Kaval” öyküsü ‘cahil’ ile ‘eğitimli’ iki insanın diyaloğu üzerine kurulu. Metinde en çok hoşuma giden detay, sözde eğitimsiz çobanın doğa sevgisi, çevre duyarlılığı konularında – ki metnin teması doğadır, hiç de cahil olmamasıdır. Çoban görünen o ki çok iyi bir gözlemcidir. Her yıl kuş sürülerinde fark ettiği azalmayı, yitip giden canlı çeşitliğini dikkatle izlemektedir. Çehov’un yaşadığı dönemde, Rusya gibi yüz ölçümüne oranla pek seyrek insan nüfusu barındıran bir ülkede ve özellikle henüz sanayileşme pek yeniyken doğanın katledildiğini vurgulaması önemlidir. Metnin yazıldığı dönemde Marks’ın ‘insan doğayı aşmalıdır’ şeklide kanımca talihsiz ifadesi üzerinden çok zaman geçmemiştir.
……..
Kendime dönecek olursam, “Aysel” i ne yapıp edip bu ay sonuna yetiştirmeliyim. Birine taahhütte bulunmuş, bu öyküyü mutlaka bitirip teslim edeceğim demiş olmayı ne çok isterdim. Her gün metin üzerine çalışmadıkça zihnim dağılıyor, günlük yaşamın telaşına kapılıveriyorum. Bu metin bana yeni bir yol açacak, bundan eminim. Başka yerde okumadığım, hiç rastlamadığım bir metnin peşindeyim bu kez. Yazdıklarım beni de değiştiriyor. Alışkanlıklarım da değişiyor. Milyonlarca takipçisi olan, sadece makyaj yaparak para kazanan o ‘influencer’ ların videolarını izleyeceğim hiç aklıma gelir miydi? Hem sadece izlemekle de kalmıyor, notlar alıyorum, kimsenin bilmediği makyaj tekniklerini anlamaya, öğrenmeye çalışıyorum. Galiba yazmak, biraz da hiçbir zaman girmeyeceğini düşündüğün sulara günün birinde dalmak demek!