Yatağımın başucunda pek çok kimse var. Akrabalar, çocukluğumu bilen yaşlılar, annemin halaları, enişteleri; ama en çok da karımın akrabaları; dayıları, babaannesi, baldızlarım, kaynatam, kayınçom. Gözlerim annemi arıyor. Annem yok. Sağ olduğunu biliyorum. Fakat bu en düşkün anımda neden yanımda değil?
Hayır. Ne kötürümüm ne de yatalak. Nefes darlığı çekmiyorum. Kanser de değilim. Yaşlı olmak şöyle dursun genç bile sayılabilirim. Belki bu yüzden şu kalabalık bir türlü yakamı bırakmıyor. Sözgelimi karım mütemadiyen ağlıyor. Gözyaşlarını samimi bulmuyorum. Toparlanıp ayağa kalktığım gün beni fabrikaya çalışmaya gönderecek. Orada esaret altında tükeneceğim. Zerre kadar umurunda olmayacak.
Yanı başımdakiler kendi aralarında fısıldaşıyorlar. Açık açık söylemeseler de farkındayım, hakkımda konuşuyorlar. Ayıplıyorlar beni. Yatak döşek yattığımı, hiçbir şey yemediğimi, mecbur kalmadıkça su bile içmediğimi görüyorlar. Sanki mümkünmüş gibi her şeyin eskisi gibi olmasını istiyorlar. Hayatımdan neden vazgeçtiğime bir anlam veremiyorlar. Bana her şeyin nasıl başladığını, neden ölmekte olduğumu soruyorlar. Bakışlarından anlıyorum. Onlara verecek cevabım yok. Hiçbir şey anlatamam. Zaten anlatsam da anlamazlar.
Gün geçtikçe kilo kaybediyordum. Karım ve kızım başımda dört dönüyor, endişe içinde iyileşmemi bekliyorlardı. Ne tuhaftır, en yakınımdaki bu iki insan derdimi anlatabileceğim en son kişilerdi.
Neden sonra hatamı fark ettim. Boş bir hayalin peşinden koşuyordum. Haftalarca, aylarca bir aciz gibi yatakta yatmış, sanki bir gün kapımı çalması mümkünmüş gibi ölümü beklemiştim. Yaptığımı ancak çaresiz kimseler yapardı. Ben ölümü beklemeyecektim. Onu arayacak, neredeyse bulacaktım. Onu keşfedecek, ölüme gidecektim.
Gün dönüp gece bastırınca; karım ve kızımın iki kişilik sofrasında çatal kaşık sesi dindiğinde, televizyondaki eğlence son bulduğunda; uykunun dingin ve huzurlu havası bütün evi sardığında yatağımdan kalktım, koşarak, kaçarcasına dışarı attım kendimi.
Şaşırdım. Kendimi yenilenmiş, hiç olmadığım kadar dinç hissediyordum. Parklara, ıssız sokaklara saptım. Banklar nemliydi. Süs havuzunun yüzeyi kurbağa larvaları, çınar yaprakları ile doluydu. Parktan çıkıp Muradiye yokuşunu tırmandım. Köşe başında bir seyyar satıcı kokoreç doğruyordu. Bıçağın art arda inen darbeleri tek tük caddeden geçen otomobillerin gürültüsüne karışıyordu. Dükkânların kepenkleri kapalıydı. Sokak lambasının altında yavru yarasalar zikzak çizerek uçuşuyorlardı. Gece mahallesi boyunca yürüdüm. Kagir yapıların sıvaları dökülmüş, kızıl kiremitler ortaya çıkmıştı. Rum evlerinin avluları boş, camları kırık, çatıları darmadağındı. Hayat durmuştu. Her şey susmuştu. Bu saatte bu terk edilmiş sokaklarda neredeyse hiçbir canlının, yaşamın emaresi okunmuyordu. Ne var ki ölüm değildi aradığım.
Sendin.
Arap Şükrü sokağında çınlayan kahkahalarda, birahanelerin buz gibi buğulu bardaklarındaki ruj izlerinde, gece kulüplerinin dans pistlerinden yayılan ter ve parfüm kokusunda, pavyonlardaki localarda erkeklere uzanan hülyalı gözlerde, Altıparmak Caddesi’nde, Setbaşı’nda ve Heykel meydanında işittiğim topuklu ayakkabıların tıkırtısında ve sevgililerin yürürken birbirine sarılan kollarının sıcaklığında yalnız seni aradım.
Fomara Meydanı’na, oradan Hocahasan Mezarlığı’na yürüdüm. Her nasılsa kapıda bekçi yoktu. Kendimde değildim. Gözlerimin önüne arka arkaya onlarca imge uçuşuyordu. Nereye gittiğimin, mezarlığın içinde hangi dar yola saptığımın farkında değildim. Peki beni buraya getiren neydi? Nasıl olmuştu da kendimi bir anda aile mezarlığının önünde buluvermiştim? Belki de mezarlıkta bildiğim tek yol bu olduğu içindi. Üzerinde dedemin, anneannemin adları yazılı mezar taşının hemen bitişiğinde kapkara bir tabut bekliyordu. Bu tabut nereden gelmiş olabilirdi? Ortasına kavisler, tepesine de iki adet yuvarlak oyma işlenmişti. Tabutun kapağı aralıktı. Elime bir dal parçası alıp aralıktan içeri soktum. Kapak açıldı. İçi boştu.
Derken seni gördüm. Servi ağacının altındaydın. Beni fark etmemiştin. Ya da fark ettiğin halde görmezden geliyordun. Etrafıma bakındım. Mezar taşlarının birinin üzerinde bekleyen karanfilleri aldım. Sana uzattım. Güldün.
‘Nedir bu’, diye sordun. ‘Bana çiçek mi veriyorsun?’
‘Bilirim’ dedim, ‘o bildiğimiz kadınlardan olmadığını. Hediye çiçekleri sevmediğini; gelinlerle alay ettiğini; hamileleri çirkin bulduğunu; sana şiirler yazan erkekleri küçümsediğini bilirim. Fakat bu çiçekler farklı; bunlar solmuşlar. Topraktan kopmuşlar. Suya ve toprağa her şeyden çok özlem duyuyorlar. Fakat toprağa kavuştuklarında hayata dönmeyecekler. Sadece çürüyecekler, hızla yok olacaklar.’
‘Evet,’ dedin. ‘Ölecekler. Şimdi ölümü bekliyorlar.’ Yarı çıplaktın üzerinde simsiyah kefenden bir gecelik vardı. Sağ göğsün açıktaydı. Göğüs ucundan beyaz bir damla süzülüyordu. Dokunmak için uzandım fakat elinle beni durdurdun, göğsünü örttün.
‘Neden geldin’, diye sordun. ‘Neden sabretmedin?’
‘Sana geldim’, dedim. ‘Seni keşfetmeye geldim.’
‘Ölüm mahremdir’, dedin. ‘Mahremi bilemezsin. Beni keşfedemezsin. Hem kimseye ait değilim, ne sana, ne de başkasına.’ Kapkara saçlarını başının arkasına attın. ‘Ölümü ancak tadabilirsin’ dedin.
‘Ya diğerleri’ diye sordum. Işıklar içindeki şehri göstererek. ‘Oradakiler de benim gibi seni aramıyorlar, sana kavuşamadıkları için huzursuzluk duymuyorlar mı?’
‘Onlar benimle yaşamayı öğrendiler,’ dedin. Bana senin gibi sahip olmak istemediler. O yüzden acı çekmediler. Ölüme tutulup peşimden sürüklenmediler. Senin gibi ölümü kendi hayatları dışında bir yerde aramıyorlar. Bir gün nasılsa öleceklerini, zaten yavaş yavaş öldüklerini biliyorlar.’
Konuşurken hayranlıkla seni izliyordum. Yüzün bembeyaz, ağzın kıpkırmızıydı. ‘Bunu gerçekten istediğine emin misin,’ dedin. ‘Sana verecek sevgim, gösterecek şefkatim yok. Seni sadece öldürebilirim.’
Sözünü kestim. ‘Ne kadar sürecek ölmem’, diye sordum.
‘Sadece bir an’, dedin. Bir süre konuşmadın. Bembeyazdı yüzün. Güzelliğin beni korkutuyordu. Sana dokunmaya cesaret edemiyordum.
‘Daha farklı bir ölüm arzulamak, bile bile kendini öldürmek, suç değil mi bu? Sana güvenenlere, ihtiyaç duyanlara yapılan bir haksızlık değil mi? Seni seven bir karın, evde seni bekleyen kızın var. Onlara kötülük etmiş olmayacak mısın’, dedin.
Uzandım, elini tuttum. Tırnakların da dudakların gibi kıpkırmızıydı.
‘Yokluğun beni her gün öldürüyor’, dedim. ‘Kızıma sarılırken, onu severken ve teselli ederken aklımda hep sen varsın. Karımla gece uyurken, gündüz uyanırken, yüzüne her baktığımda hep seni görüyorum.’
Gülümsedin. Tabutun içine girdin.
‘Daha önce hiç ölümü tatmamış gibi konuşuyorsun’, dedin.
‘Çok heyecanlandığım, korktuğum, utandığım oldu’, dedim. ‘Ölüme benzer bir duygu yaşadığımı sanmıştım. Fakat hiçbiri şimdiki gibi değildi. Sanırım şimdi gerçekten ölüyorum.’
Sen tabutun içinde kenara kaydın. Bana da gelmem için yer açtın. Soyundum, tabutun içine, yanına uzandım.
‘Hazır hissettiğinde gözlerini kapat,’ dedin.
Gözlerimi kapattım. Bacaklarımda, kollarımda, bedenimin her noktasında tatlı bir karıncalanma hissetmeye başladım. Kalbim hızlı hızlı atıyordu. Terliyor, art arda soluk alıp veriyordum. Benim üzerimdeydin. Bir süre sonra ağırlığın iyice artmaya başladı. İpeksi tenin sertleşti. Daracık tabutta sıkışmaya başladım. Boğuşur gibi, güreşir gibi tuhaf bir kavgaya tutuştuk. Her yanımı toprak kokusu doldurdu. Hareket edemiyordum. Soluk soluğa kalmıştım. Durmaksızın nefes alıp veriyordum. Derken hiç nefes almaz oldum… Kıpırdama, düşünme, konuşma ihtiyacı duymaz oldum… Sonrası…. Sonrası bir anlık hazzın ardından gelen hissizlik… Boşluk… Derin bir uyku…
NOT: Bu öykü “2023 Nilüfer Belediyesi Tomris Uyar Öykü Yarışması” seçkisine girmeye layık görülmüştür.