Edebiyat

Metin Düşeyazar’ın Yeni Mesleği

Metin Düşeyazar’ı hepiniz tanırsınız. Pek mazbut bir yaşam sürer. Boyahanede vardiya amiridir. Evden işe, işten eve. Örnek aile reisidir Metin Bey; her bayram ikramiye, Ramazan ayında erzak, haftada iki gün de mesai alır. Şule Düşeyazar’ın da keyfinin pek yerinde olduğunu, katıldığı cemiyetlerde durmadan kocası ile böbürlendiğini bilmem söylemeye gerek var mı?

İşte tam da bu nedenle bir Pazar sabahı Metin Düşeyazar yüzünü yıkadıktan, kuruladıktan sonra karısının yanağından öpüp onu uyandırırken çayın demlendiğini ve gecikirse yumurtalı ekmeğin soğuyacağını haber vermek yerine “artık fabrikaya gitmeyeceğini” beyan ediverince Şule Düşeyazar evde kombi arızalanmış gibi ürperdi.

Ertesi gün itibari ile sevgili kocası sözünün eri gibi davrandı, işe gitmedi, hatta değil evden, odasından dahi dışarı çıkmadı. Şule Düşeyazar kocasını severdi; onun halka halka greyfurt ve portakal doğramasına, düşünceli iken takındığı ifadeye ve tıraş losyonundan yayılan kokuya âşık olmuştu. Ona güvenirdi. Yanlış karar almayacağına inanıyordu. Bir hafta içinde kocası yeni mesleğine sıkı sıkı sarıldı, evde keyifle şarkılar söylemeye ve sofrada sık sık kahkahalar atmaya başladı. Ancak karısının sorularını yanıtsız bırakıyor, işini gizliyordu. “Uzaktan çalışıyorum, hayatım”, diyordu sadece, başka hiçbir ipucu vermiyordu.

Şule Düşeyazar kocasının mahremiyetine saygı duyardı ya, yine de bir sabah kendine engel olamadı ve gizlice bu gizemli odaya giriverdi. Kocasının masası renk renk kağıtlar, süslü, desenli zarflar, çeşit çeşit kalemler, notlarla doluydu. Şule Düşeyazar notlara göz atarken hafif bir çığlık attı. Sendeledi. Düşmemek için sandalyeye tutundu. Elleriyle yüzünü örttü. Hıçkırarak ağlamaya başladı.

***

O gün ancak hava karardığında Şule Düşeyazar eve döndü.  Kendine bir çift ayakkabı, deri kemer ve çanta almış, kuaförde saçlarını kısacık kestirmiş, fön çektirmişti.  Daire kapısından içeri girer girmez ahizeye sarıldı, annesine telefonda şunları söyledi:

“Anne nasılsın? Sorma. Ben hiç iyi değilim. Sinirden hala titriyorum anne. Anne Metin işten çıktı, biliyorsun. Çok üzüldüm başlangıçta. Ama baktım odasına kapanmış masa başında iki büklüm uğraşıyor. Para da kazanıyor hani eskisi gibi. Dedim Şule, hiç ses etme. Mutlu ise bırak, çalışsın. Fakat ne iş yapıyorsun diye sordum. Ağzını bıçak açmıyor. Zaten ketumdur. Ama bu sabah o yokken odasına girdim. Bir de ne göreyim anne? Ben kocamı çalışıyor zannediyordum. Yemek yemiyor, yoruluyor diye için için üzülüyordum. Meğer bizimkinin keyfi pek yerindeymiş! Sabahtan akşama kadar el alemin kadınlarına aşk mektupları yazıyormuş! Nasıl, izah ya bu işin izahı mı kalmış sence? Hayır daha konuşmadım. Hiçbiri tanıdık falan değil anne, abarttığım falanda yok. Ay anne nasıl emin miyim? Adam açmış önüne Fransızca, İngilizce sözlükleri, oradan baka baka yazmış. “Sevgili mes pois(1)” diyor kaltağın tekine, başkasına da  “Hep yanındayım ma cuilére a téa(2)”.  Anne neye uğradığımı şaşırdım. Ne yalanlar uydurmuş. Bini bir para.  Kadınların ilgisini çekmek için kendisini gemi inşaat mühendisi, çıkıkçı, köçek, kurye, ağdacı, saraç, levazımcı, masör, kor amiral, ayı oynatıcısı olarak tanıtmış. İnanabiliyor musun? Burnundan bak bakalım fitil fitil getirmiyor muyum? Ay en çok neye şaşırdım biliyor musun? Bütün gün sus pus oturup somurtan adam bu kadar yazacak şeyi nereden buldu?”

(1): (Fr) bezelyem

(2): (Fr) çay kaşığım

Şule Düşeyazar telefon görüşmesi bittikten sonra hışımla kocası ile mutfakta karşılaştı. Onun özürler dilemesini, biricik karısının mutsuzluğuna sebep olduğu için çok pişman olduğunu ve derhal kendisine yeni iş bulacağını söylemesini bekliyordu. Fakat kocasının soğukkanlılığı karşısında şaşkınlığı daha da arttı. Metin Düşeyazar karısının öfke dolu serzenişlerini sessizce dinledi, ardından, sakin sakin,

“Hayatım, sen benim işimin kolay olduğunu sanıyorsun galiba,” diye sözlerine başladı. “Sabahtan akşama kadar bu küçücük odada dirsek çürütüyorum, farkında mısın? Mektuplaştığım kadınların her birinin ayrı kaprisleri var. Her birinin saç rengini, yaşını, sutyen ölçülerini, kimi sevip kimden nefret ettiğini, ay başı günlerini, burçlarını ve yıldız haritasında neler söylendiğini hatırlamak zorundayım. Mektuplar çoğaldıkça işim daha da zorlaşıyor, akşamları başım ağrıyor, uykularım kaçıyor. Neriman’a yazarken Sevil, Sevil’e yazarken Betül aklıma geliyor. Sonunda kafam iyice karışıyor.”

Şule Düşeyazar ne söyleyeceğini bilemedi. Kollarını sinirle birbirine bağladı. Dudağı titredi ama sesi çıkmadı.

“Hayatım faydalı bir iş yapıyorum. Malum insanlar gerçek bir iletişim, daha samimi sıcak dostluklar kurmak istiyorlar. Onlara yeni bir kapı açıyorum. Önceden kimsenin yapmadığı bir şeyi yapıyorum. Sabahtan akşama kadar onlarca mektup okuyorum. Birkaç basit cümle, iltifat ile hemen hayatlarına renk geliyor.”

“Ama zaman zaman başa çıkamayacağım meselelerle geliyorlar. Sırf kendinden on yaş küçük bir delikanlıya aşık olduğu ve hepi topu üç defa buluştular diye Gökçe’nin kocası evde kıyameti koparmış mesela. Dua et, çocuklar var boşanmıyorum seninle, demiş adam. Gökçe o gece hep ağlamış. Yazık değil mi bu kadına?”

“Kıymetini bilmiyorsa boşan, unut gitsin, diyorum ben de. Daha iyisine layıksın, diyorum. Onların hikâyelerini dinlemek bana iyi geliyor Şule. Onların dertleri beni besliyor. Hayatımda ilk defa mesleğimi yaparak kendimi ifade edebildiğimi fark ettim.

Şule Düşeyazar “peki, ya biz?” diyecek oldu. Fakat kocası anlatmaya devam etti.

“Şule beni anlamaya çalış. Hiçbiri ile görüşmüyorum. Mektupları postaneden teslim alıyoruz. Birbirimizin adresini bilmiyoruz. Onlar benim senden sonra tek arkadaşlarım. Bana güvenip sırlarını veriyorlar. Ben de onlara sırlar, acı dolu anılarımı anlatıyorum Şule! Oysa onların hikâyeleri gerçek. Benimkilerse yalan! Ama bu yalana inanmak istiyorlar. Tutunacak bir dal arıyorlar çünkü.”

Karısının kolundaki çantayı gösterdi:

“Bugün aldın değil mi? Önümüzdeki ay sana daha güzelini de alırız.”

Karısına sarılacak oldu ancak Şule Düşeyazar kocasını itti.

“İkimizin de ihtiyacı var bu işe. Onlara aylık, üç aylık ve altı aylık mektup paketleri satıyorum. Sadece paraya ihtiyacımız olduğu için bu işi yapmama izin ver. Ama itiraf edeyim ki ben bu sayede insanları tanıyorum. Hayatı tanıyorum sevgilim.”

Şule Düşeyazar kocasının sözleri bitince sessizce “bundan sonra hayatı boyunca onu bir daha görmek istemediğini” söyledi. Yastığını ve yorganını oturma odasına taşıdı. Kocasının kalemlerini kırdı. Küçük kağıtlara aldığı notları, defterlerini yırttı. Hatta yazı masasını da salona alıp üzerine kendi dikiş makinasını koydu.

***

Okur haklı olarak çiftimizin bundan sonra boşanma arifesinden nasıl döndüğünü merak edecektir. Bunda Metin Bey’in işe gitmemek için diretmesi, hatta kendini odasındaki sandalyeye zincirle bağlaması kadar (hakkını teslim edelim) Şule Hanım’ın da aklıselim davranması ve uzlaşma için çaba göstermesinin payı vardır.

Bugün Ulucami’de okunan öğle namazının ardından şayet Kapalı Çarşı’ya yolunuz düştü ise. Şenöz Kuruyemiş’in önünde durup kahve çektiren bir çift görmüşsünüzdür. Bu çifti tanımakta haklı olarak zorlanabilirsiniz zira pek tuhaf görünürler.

Kadın daha kırkını devirmemiş olduğu halde baston taşır. Adamın koluna manto almıştır ve boynundan omuzlarına baş örtüsü sarkar. Karısının çıkışmasına aldırmadan, sesini kasıtlı olarak inceltir ve kendi kendine konuşur: “evladım, güzel kızım, üzülme değmez”. Kadın ise onu kolundan çekiştirir:

“Metin yeter, milletin ortasında çocuk gibi davranıyorsun, ikimizi de rezil ediyorsun. Eve gidene kadar sabret.”

Doğru tahmin ettiniz. Gördüğünüz Düşeyazar çiftidir. Metin Düşeyazar karısı ile asgari şartlarda uzlaşmış olmaktan mutlu, yeni mesleğine kendini alıştırmaya çalışmakta, prova yapmaktadır. O artık yeni Güzin Abla’dır.

Irmak Erkan

Bir gece yatağından kalktı. En sevdiği pantolonunu, gömleğini giydi, cüzdanını yanına aldı, çantasını sırtladı; karısını ve çocuklarını öpüp odadan çıktı. Çalışma odası soğuk, karanlıktı. Ahşap masanın üzerindeki gece lambasını yaktı, sobayı tutuşturdu. Sandalyesine oturdu, yazmaya başladı.

YAZAR HAKKINDA

Irmak Erkan

Bir gece yatağından kalktı. En sevdiği pantolonunu, gömleğini giydi, cüzdanını yanına aldı, çantasını sırtladı; karısını ve çocuklarını öpüp odadan çıktı.
Çalışma odası soğuk, karanlıktı. Ahşap masanın üzerindeki gece lambasını yaktı, sobayı tutuşturdu. Sandalyesine oturdu, yazmaya başladı.

Bir Yorum Yazın

30 + = 38