Üzerine düşünüp yazmam ve tartışmamız gereken türden bir konu var: Türkiye’deki toplumun çoğunluğunun zevksizliği, tatmin olamayan arzularımız, tutkularımız… Ve hemen yanında duran soytarısı: Yabancılaşma.
Estetikten yoksun sokaklar, fabrikasyon kafeler, popüler ve demode barlar, tatil; hatta çok az da olsa belki evimiz. Kişileri dönüştüren mekanlar, mekanları şekillendiren insanlar. Etrafımız hızla değişen ve çirkinleşen bir sosyal alanlar çöplüğü. Dünyamız garip. Her şey o kadar hızlı ilerliyor ki dinginleşmeye, olası düzeyde hazza ve güzelliğe aç ruhumun sıkıştığını, bu hıza yetişemediğini fark ediyorum. Geçip giden arabalar, köprüler, taksiciler, çalışma alanlarınızdaki figüranlar, ergenliğinden çıkamamış 30 yaş üstü çevremiz vb. Bitmek bilmeyen kirli bir bilgi akışı, derinliksiz sohbetler ve regüle edilmemiş, beklentilerle dolu bir çevremiz var. Bizi bir yerlere, kendimizden uzaklara sürüklüyorlar. (Elbette saçmalamak da gerekiyor, bundan bahsetmiyorum) Teknoloji, tüketim kültürü, sosyal medya falan filan var bir de. Bu kelimeler artık hayatımızın bir parçası evet ama konumuz şu: Bu yeni dünya düzeni içinde kendimize ne kadar yer bulabiliyoruz? Etik adı altında bastırılan duygularımız nerede? Biricikliğimiz bu yoğun akışın içinde nerede? Arayış yorucu ama fantastik mi?
Sürekli yeni ve güzel olanı ararım, hazzın(bağımlısı olmadan) peşinde daima koşabilirim ama her seferinde beni gerçek benliğimden, dengeli halimden uzaklaştırmaya çalışan sığ bir toplumla karşı karşıya kalıyorum. Sanki elinden gelse içimden kanata kanata çıkaracak o aradığı korkunç, tiksinç derecede toksik, tekdüze insanı.
Ve sanat… Sanat bir toplumun ruhunu yansıtır derler. Peki günümüz sanatı bize ne anlatıyor? Her şey daha çok ticari kaygılar etrafında mı dönüyor? Sanatın ruhu(kişisel dokunaklılık) da bu hızda kaybolup gidiyor mu? “Aman Allahım!” gibi mi?
Toplum yalnızca değişti arkadaşlarım, sanki yitirilmedi de dönüştü. Modern yaşamın getirdiği zorluklar ve yabancılaşma hissi var ama bu durum bize belki de en önemli dersi öğretmeli: Değişime uyum ve esneklik. Dengenin muazzam hafifliği… Her neyse konumuz farklıydı. Konum şu ki: İçinde yaşadığımız toplumu beğenmiyorum. Modern Türkiye’deki geleneksel değerler ile tüketici kültürü arasındaki çatışmanın kimliklerin bulunmakta zorlandığı bir ortam yaratmış olmasını sevmiyorum. Bir bunalım, bir varoluş sancısından bahsetmiyorum. Örneğin, arkadaşlarımız, evcil dostlarımız, sevgilimiz, seviştiklerimiz, hepsi bizim mirasımız. Seçtiğimiz harikalar diyarı zenginliklerimiz. Neden yanlış masalarda yanlış noktaya odaklanarak değersizleştiriyor, uzaklaştırıyor ya da somut ve norma dayalı anlamlar yüklüyoruz, bilmiyorum. Kafamız karışık arkadaşlarım.
Bir yandan medya tarafından teşvik edilen değerler diğer yandan derinlik ve anlam arayışı… Sosyal medyanın sürekli olarak sunduğu mükemmellik imajı gerçeklikten kopuk bir yaşam biçimini teşvik ediyor. Bireylerde yabancılaşma duygusunu tetikliyor. Kendi içsel dünyamız ile toplumun dayattığı beklentiler arasında sıkışıp kalıyoruz. Kendimizi sürekli olarak başkalarıyla kıyaslıyor, kişisel tatminsizliğimizde boğuluyoruz. Sosyal medyada gördüğümüz idealize edilmiş yaşamlar bizi içsel bir boşluğa itiyor. İtiyor mu demiyorum, itiyor. Medya ve popüler kültür “zevksiz” bir toplum yaratıyor. Televizyon programları, reklamlar ve sosyal medya; zevkleri, yargıları şekillendiriyor, düşünme ve anlama yetisini köreltiyor gibi görünüyor. Düşünerek hareket edelim de demiyorum. Hayatımız gitgide kalabalıklar içinde, tüm benliğimizde alevlenen tutkuyu paylaşamadığımız koca bir yalnızlığa dönüşüyor. Yanlış yerlerde, yanlış insanlarda midemi bulandıran bir anlatıya, yanlış yazılmış bir hikayeye dönüşüyor. Siz ne düşünüyorsunuz?