“Cinastan geçelim bu gece, değişiklik olsun.” dedi. “Neresi orası, bilmiyorum.” dedim. “Mahallenin biri.”
Gecenin ileri bir saatinde yolun sağından aşağı doğru salındık. Neon ışıklar arada bir pencerelerin pervazlarına yansıdı. Gülüşen iki kadın karşıya geçmek için bekledi. Gündelikçi ya da ortalıkçılar. Sonuçta fahişeleri de tanırız. Yolun karşı tarafından kısa boylu kambur bir adam da karşıya geçmek için bekledi. Kafasını yavaşça sağa çevirip bize baktı. Göz bebeklerinden ayakkabısına kadar tam bir kamburdu. Kambur bakışıydı. Nasıl canlanıyorsa işte.
“Garip, deli ya da ucube değil,” dedim. Arabada sessizlik. “Onun gerçekliği farklı. Kim olduğunu hatırlamıyorum, biri demiş işte,” dedim. Sessizlik.
Yol, göz kapaklarımın üst yarısına kara bir perde inmişçesine devam etti. Sol şeritte bir kamyonetin sağ kapısı açıldı. Ya tehdit ya budalalık belki de amelelik. Sonra bacağın teki içeri girdi ve kapı kapandı. Kamyonet o an hızlandı. Sadece biz kaldık. Kafamı sağa ya da sola çevirmedim. Ne zaman ki durdu, bir sağa çevirdim, orda kaldım. O yüzden olsa gerek sadece “Büfe” yazısını gördüm.
Erol Büfe vardı. Lisedeyken okul çıkışında yengen yemeye giderdik. Bir pasajın içinde, beş masalı, küçük bir yerdi. Erol abi ölünce yengen de öldü. Hem o yengen hem öbürü. Çok severdi karısı rahmetliyi.
Kafamı yavaşça yukarıya kaldırdım. Kendimce kambur bakışını bile taklit ettim. İşte o an bir tiksinti geldi… Erdem Büfeymiş. Masmavi. Çivit mavisi.
Görüş açım gitgide daraldı. İnceldi, bulanıklaştı. Kapıyı açmaya çalıştım kilitliydi. Ellerimi göz kapaklarıma götürüp açmaya çalıştım, ağırdı. Sığamadım bir yere. Sıkıştım, beni de kilitlediler. Elimi, ayağımı, nefesimi, göz kapaklarımı… Dikiz aynasına asılan yuvarlak şeyin berbat kokusu da eklenince bir dakikalık cehennem duruşuna geçtim.
Misk kokusunun ekşi ter kokusuyla buluşmasını ister misiniz? Bütçenizi zorlamayan tatlı mı tatlı bir misk!
Saygı duruşu torpidoyu açmamla son buldu. Güneş gözlüklerimi alıp taktım. Oh!
Korna sesine sıçradım. İçerideki muhabbete dalmış, arabadaki sıkılmış olacak ki adamın biri telaşla büfeden çıktı. Sağ avucunun içindeki leblebileri ağzına atarken sol eliyle kapıyı açmaya çalıştı. O sırada leblebileri sol avucuna boşalttı, bu seferde sağ kolunda asılı duran siyah poşet kapıya çarptı. Kornaya basan tahammül sınırlarındaysa adamın ishal olduğunu sandığına yemin edebilirim. Kapıya zarar verdi ya da şişe biralara. Avucundakiler de belki fındıktı.
Neye bakarsan o da sana bakar dedim. Nietzsche uçurumu işte. Fizik kuralı. “Ne fizik kuralı,” dedi elindeki siyah poşetle arabaya binerken.