Son birkaç günde insanları geride bıraktığım zaman ve mekan kalıpları içinde değerlendiremeyeceğimi anladım. Hep bildiğim şeyleri artık bilmiyorum.
Tozlar içinden yürüyüp geldiğimiz yol ne olduğunu, neden olduğunu anlamadığım bir sur kapısına getirdi bizi. Eskiden, çok eskiden, şehre giriş çıkış bu kapılardan sağlanırmış. İçinden geçirilen asfalt yol iki kubbeli bir taş kapıyı sanki yeniden biçimlendirmiş. Yol çizgileri kapının duruşuna göre yeniden çizilmiş. Sivri at nalı kemerli, iki kubbeli kapının her bir gözünün üst kısmı Kabe yeşili fayanslarla kaplanmış. Kapının alınlığı taş yapının renginde boyanmış. Üçayağı da tek parça siyah taştan yapılmış gibi görünüyor. Ama aslında üzerine kaplanan ahşap birbiriyle ve duvarla bütünleşip taşlaşmış. At nalı kubbeli bölmelerin üzerindeki kireç sıvalı alan bir uçtan bir uca mezar taşlarını andıran çıkıntılarla bezenmiş. Sur duvarlarıyla tamamlanıp yerleşim yerlerini birinden ayıran kapı burada anlamının dışına çıkmış. Ayıracağı herhangi bir şey yok. Patronun göz alabildiğine her yeri kaplayan arazisinin küçük bir kapıyla parçalanması mümkün değil. Asfalt yol üzerindeki kapının kapatılabilecek kanatları yok. Ne içindesin, ne de büsbütün dışında.
Büyük kapının her iki yanında insanların geçmesi için yapılmış birer kapı aralığı daha var. Bir adam boyundan biraz yüksek olan, iki kişinin zor geçebileceği yerler. Yıllar geçip giderken kapının kırılıp dökülen yerleri sıvanmış, onarılmış. Yine de zaman kendini dökülen, kırılan sıvaların arasından duyurmanın bir yolunu bulmuş. Sıvasız taş duvarlar, yılların izlerini daha bir vakurla taşıyor.
Karşıdaki duvarın arkasından başlarını uzatıp kendini göstermeye çalışan ulu ağaçlar gözüme ilişiveriyor. Koyu yeşil renkleri mezar taşlarını çağrıştıran sövedeki ölü taşlara inat yaşamı haber veriyor.
Bir yürüyüp geldiğimiz yola bir de önümüzde uzanan yola bakıyorum. Son molamızı verdiğimiz dükkan ve lokantalarla çevrili küçük meydan artık bir sis bulutunun ardında gözlerden yitti. At arabasını çeken adam, yol boyunca dilinden düşürmediği galiz küfürlerine daha pes perdeden de olsa devam ediyor. At sidiği ve tersinin genzi yakan kokusu… Yolun karşısından yürüyorum bir süredir. Adamın da atın da artık ayaklarını sürüdüğü buradan bile belli oluyor. Bu kadar yük ve sıcak… Adam mı atı yediyor at mı adamın yularını çekiyor belli değil artık.
Duvarın gölgesine çöküp oturmuş işçiler. Yüzleri seçilmeye başladı. Bahçenin kapısı önünde hepsi. Çıkınları, heybeleri ve denkleriyle sabahtan beri bekliyorlar. Ahmet Usta elindeki mendille yola çıktığımızdan beri kim bilir kaçıncı kez terini silerken “ Nihayet, nihayet vuslat”; diyor.
Genç, çatlamamış bir erkek sesinin okuduğu şiir bize kadar geliyor: “yekpare, geniş bir anın parçalanmaz akışında”.
Jakaranda kokusu. Yaban gülü kokusu. İçime çekiyorum. Çölün iki adım ötesindeki bir bahçe. Karşıya geçeceğim. Asfalta iniyorum. Duvarın arkasında bir sebil, duvarın arkasında bahçe, duvarın arkasında umut, duvarın ötesinde sen. Hoşbulduk.
BAHÇE
Sur duvarlarıyla tamamlanıp yerleşim yerlerini birinden ayıran kapı burada anlamının dışına çıkmış. Ayıracağı herhangi bir şey yok. Patronun göz alabildiğine her yeri kaplayan arazisinin küçük bir kapıyla parçalanması mümkün değil. Asfalt yol üzerindeki kapının kapatılabilecek kanatları yok. Ne içindesin, ne de büsbütün dışında.
Capcanlı betimlerin en sevdiğim. Kalemine sağlık🙏
Yine bizi bilmediğimiz yerlerde dolaştırdınız, elinize sağlık.