“…bir mısra için insan kuşların nasıl uçtuğunu hissetmelidir. İnsan… insan… Küçük… küçük çiçeklerin sabahları hangi kımıldanışlarla açtığını bilmelidir ve insan… meçhul, meçhul, meçhul… meçhul semtlerdeki yolları, beklenmedik tesadüfleri ve uzun zamandır gelmekte olduğu görülen vedaları düşünebilmelidir. Hala anlaşılamamış çocukluk günlerini… O kadar çok, derin ve müphem… Nasıldı? Hatırlamıyor orasını… Sessiz. Sessiz, kapanık odalarda geçen günleri ve deniz kıyısındaki sahaları, üstümüzden esen ve bütün yıldızlarla uçan yolculuk gecelerini düşünebilmelidir. Bu da yetmez. Bu da… Bu da… Ha. Evet. İnsanın birbirinden farklı bir çok sevda gecelerine ait anıları olmalıdır…”
Peyami Safa- Yalnızız
Eski eşyalarla dolu bir market kolisinin önündeyim. Benim payıma düşen de bu oldu. Koliyi açmaya cesaret edebilmem günler sürdü inan. Zaten zamanı ne zaman verimli kullanabildim ki? Toz… Her yerimi kaşındırıyor. Beynim uyuşuyor sanki. Zorlayan şey bu mu? Belki de… Onca şey, söylenecek. Sonsuz kelime kombinasyonları arasında kaybolmak. Seçim yapamamak. Anlamlar nerede? Tozun altından ne çıkacak payıma?
Elimin altında Tezer Özlü kitapları… Koli gözümün önünde, kelimeler uçuşuyor… Tezer’in cümleleri… İşte o… Yapamadığımı yapan. Seçmekten korkmuş muydu, kelimelerini? Ruhumda bir yerlere dokundu. Hala açık olan, kanayan bir yaraya… O yara ne benimle ne de seninle ilgiliydi. Bunu şimdilerde anlıyorum. Aslında tam olarak bahçedeki ışıkların söndüğü andı. Paketteki son sigarayı alıp yarım bardak ılımış çayla pencere önüne oturduğumda kulağımda suyun şırıltısı, gözüm ışıklara takılmıştı. Bir yavru tekir fıskiyeye meyletti, sonra sudan olacak ki korkup kaçtı. Bütün gün içimde beni kemirip duran o ezikliği rüzgara bıraktım. İçeriden, televizyondan gelen üzücü haberlerin sesi, hırıltılı bir öksürük, komşunun balkonunda şıngırdayan çay kaşığı, uzaklardan bir yerde ağlayan o çocuk… Her şeyi dışarıda bırakacak bir güç kalkanı yarattığımı hayal ettim. Sadece ben varım. Öylece oturuyorum. Yalnızlığım, ben, ışıklar… Ve belki bir de sen, içimde bir yerde. Bir görünüp bir kaybolan aksi bir deniz kuşu gibi. Batıp çıkan, kara bir şey adın…Belki…
Gözlerimi ışıklardan alamıyordum, çayın son yudumunu içtim, ışıklar birden bire söndü. Suyun akışı durdu. Sigarama baktım. Ziyafet bitmişti. Rüzgar emanetini geri getirdi ve göğsümün tam ortasına bırakıverdi. İşte o andı. Ne seninle ne benimle ilgisi olmayan bir yara… Kendi kendini var etmiş ve yaşayabilmek için bana tutunmuştu. Bunca yorgunluğun ve kırgınlığın sebebi, ikimizle de ilgisi olmayan bir şeydi. Her şeyi açıklayan ve artık düşünmememi sağlayacak olan bir şey. Öyleyse ben de ona tutunabilirdim. İçimdeki mutsuzluğun tek nedeni kesilen elektrikti. O da kedinin işine yaradı, fıskiyeye tırmanıp su içmeye başladı. Ben de pencereyi kapatıp içeri girdim. İçimde bana ve sana ait olmayan bir şeylerin olması garip geliyor.
Aklımda sürekli dönen bir görüntü var. Kumburgaz’daki çocukluk günlerimizden bir anı… Hani yıldızlarla bezeli bir çadırın vardı da onun içine girip hayaller kurardık saatlerce. Ben erkek çocuğu gibiydim zaten. Tüm gün azıp seni de kudurttuktan sonra geceleri nasıl da sakinleşirdim. O çadırın içi büyülüydü bence. Hala öyle olduğuna inanıyorum. Annemler bir ton meyveyi soyar da getirirdi. Biz de hepsini bir güzel mideye indirirdik. Diğer çocuklar çay bahçesinde iskambil ve adını bile hatırlayamadığım o taşlı zarlı oyunları oynarken ben senin kucağına yatar, anlattığın hikayeleri dinlerdim. Üzerinde denizatı figürleri olan lacivert feneri tam tepemize asar, çadırın parlayan yıldızları arasında bir uzay gemisinde olduğumuzu hayal ederdik. Sesindeki heyecanı kalbimde hissettiğim ve gözümü fenerin ışığından alamadığım o an dönüp duruyor beynimin içinde. Elini tutup sıkmıştım da birden bire susmuştun. Gözümü ışıktan alamıyordum. Nefes verip hafifçe gülümsediğini duymuştum, sonra eğilip alnımdan öptün. Elini sıkmayı en sonunda bırakabildiğimde de kaldığın yerden devam ettin hikayeni anlatmaya.
Şimdi elimde o fener, boyası biraz soyulmuş, iyi durumdaymış gibi gözükse de artık çalışmıyor. İçeriden bozulmuş. Aynaya bakıp gülümsemeye çalışmam gibi. İyi durumdaymışım gibi.
“İnsanın birini sevmesi, sevilmeyi istediği biçimdedir.” Katman katman derinlere inip orada yuvalanmış yaralarımdan birini daha bulmam bu cümleyle oldu. Bu seferki tamamen benimle ilgiliydi. Sanıyorum ki sevmeye dair en büyük sorunum sevilmeye layık olmadığımı düşünmemdi. Artık çadıra sığamadığımız o yıl geldiğinde bedenlerimizi saklayan bir sığınağın varlığına o kadar alışmıştım ki, gerçek yıldızların altında kumsalda uzanırken bu sefer sen benim elimi tuttuğunda nefes bile alamamıştım. Gözümü dikecek bir fener de yoktu. Günlerce konuşmadın benimle, ölüyorum sandım. Seni ne kadar utandırmış olduğumu yıllar sonra anlayacaktım. O zamanlar sadece bana kızdığını düşünmüştüm. İstediğin şeyi veremediğim için ya da istediğin biri gibi değildim işte, bilemiyordum. Yine de günler sonra cesaretimi toplayıp da sana geldiğimde hatırlıyor musun, bahçe kapısının eşiğine oturmuş bekliyordum seni. Baban kapıyı ve duvarları hep maviye boyardı da sen sinir olurdun, bense bayılırdım mavinin o tonuna. Beni görünce nasıl da gülümsemiştin hemen. Biliyordum, öyle gülümseyeceğini biliyordum. Elimde en sevdiğin bol tuzlu bir çekirdek paketi ve senin için yaptığım çizimlerle, üzerimde annenin aldığı mavi yapraklı elbise… Gülümsemiştin.
Annen koliyi uzatırken sessizdi. Üzerindeki kitapların çoğu toplanmış bir kitaplığın yanına eğildi ve adımla işaretlenmiş bir pakete uzandı. Konuşmadık. Tıpkı annemin öldüğü zamanki gibi… Sarıldık. Usulca. Ellerini öptüm. Korkmadık ölümden. Mutfağa gidip kahve pişirdim. Kendi annemle konuşamadığım her şeyi senin annenle konuşurdum. Yıllar içinde seninle uzaklaşsak da birbirimizden annenle olan bağımız hiç kopmadı. Telefonun ucunda bile olsa anne gibi… gerçek bir anne gibi… ne zaman ihtiyacım olsa… Eski zamanlardaki gibi rahatça nefes aldığımız günlerdeki gibi yaptık. Tuttum ellerini ağladık. Korkmadan ölümden… Sarıldık. Sen hala hayattaymışsın gibi yapamadık ama. “Oysa ne çok sevinmiştik,” dedi. “Yüksek lisansını İtalya’da yapmak hayaliydi, biliyorsun.”
Kolinin içinde çocukluğumuz var. Annen birkaç parça anı bırakmış içine. Albümden fotoğraflarımızı seçmiş onları da koymuş. Turuncu mayom… Senin o komik terliklerin… Bir diğerinde herkes sofra başında… Karpuz, peynir ve pişi…
“Neden kızım,” dedi. “Neden bıraktınız birbirinizi?” Cevap veremedim. Benim korkularım diyemedim. Güvensizliğim, kendime olan güvensizliğim… Eksikliğim… İçimde hiç dolmayan o boşluk ve sevilmeye dair olan korkum. Elinde yüzükle gözlerimin içine baktığında, sana hiçbir zaman yetemeyeceğim korkusuyla nasıl da kaçtığımı söyleyemedim. O savaştı, vazgeçmedi, ben kaçtım diyemedim. Anlamsız kavgalar, alınganlıklar, kıskançlıklar…
İtalya’ya gideceğin zaman bile, “gel,” demiştin. “Gel, tekrar deneyelim.” Havaalanına geçirmeye bile gelmedim seni. Cesaretli olmalıydım halbuki. Gelmeliydim seninle, Corona salgını başladığında yan yana olmalıydık. Ateşlendiğinde ilk ben fark etmeliydim, endişeyi, ölüm korkusunu, nefes alamamayı birlikte yaşamalıydık. Yalnız ölmemeliydin. Orada, o çadırın altında yatar gibi uzanmalıydık birlikte. Elini tutmaktan korkmamalıydım. Seni öpmekten korkmamalıydım. Seninle olmaktan da seninle ölmekten de korkmamalıydım.
Şimdi önümde bir market kolisi… İçine çocukluğumuzu ve sevgiyi koymuş annen. Yaşanan bir geçmiş ve yaşanamayan bir gelecek….
“İnsanın başkalarına söylemek istedikleri kendi duymak istedikleridir. Yazdıkları, okumak istedikleridir. Sevmesi sevilmeyi istediği biçimdedir.”
Tezer Özlü- Kalanlar