“Bazı bireylerin başına gelen ve onları, ötekilerin aldırmazlığını kendi eziklikleriyle telafi etmek zorunda bırakan adaletsizliktir.”
– Emil Cioran
Yaşam mücadelelerle geçer, az veya çok, pek fark etmiyor. Yaşam, şiddetli mücadelelerle geçer. Fark eden şey ne biliyor musunuz? Malzeme! Malzemesi az olanlar, bu mücadelede hayal kırıklığına uğruyor. Sarsılan adalet inançlarıyla geleceklerine yön veremiyor, seçimler yapamıyorlar. Seçenekler oluşturmak için çok az malzemeye sahip olan o insanlar, yığınlar halinde yürüyor. Çoğunlukla gerçekleşme ihtimallerinden bağımsız olan, yaşamdan ve insandan beklentileri olanlar, elindekileri yitirmekten de korkarlar ve çukura gömerler. Sonrada yine beklemeye devam ederler. Dönüp de arkaya baktığında düşlerini, yaşamını yitirmiş az malzemeli insanın mücadelesi bu döngünün içinde devam eder. Bilirsiniz, sonunda dönüp hep arkamıza bakarız. Elindekileri de çukura gömen bu korkaklar, cesaretlerini tek bir günde ya da tek bir gecede hatırlar ve o günün ardından yargıç cübbesi giymiş, sözde adalet sembolü olurlar. İçinde kaybolduğu cübbeyle kendi adaletlerini yaratırlar. Her geçen gün başka şeyler düşünürler. Bambaşka biri olurlar. Oradan oraya yuvarlanan şekilsiz, çirkin bir taş gibi karanlık bir kuyuya düşerler. Zaman kavramını zaten kaybettikleri için, neyi değiştirmeleri gerektiğini ve nerede bitireceklerini bilemezler.
Salyangoz kabuğuna hapsolmuş mini insanlar olarak hayatlarını devam ettirirler. Kabuğundan sıyrılmayı düşünmek yerine, kabuğunun tırnak eti olduğunu hiç fark edemezler. Gözlerinin içi boşalmış, göğe de yere de bakamayan ve belirsiz bir geleceğe doğru giden o yaralı insanlar, yaşadıkları her ana isim vermeye çalışan bu insanlar, yaradılışlarından beri böyledir. Düşündüklerinde ve var olduklarını azıcık da olsa algılamaya başladıklarında, çıldırmaya başladıklarını düşünen, gözleri kamaşan, ışıktan kaçan bu vampirler dar ağızlı bir kavanoza hapsolurlar. Daima karanlıkta yaşamlarını sürdüren bu az malzemeli insanların mücadelesi sonsuza dek sürmeye devam eder. Adını mücadele koydukları tekdüzelikleriyle de ölürler.
Bir limon ağacında olgunlaşmayı bekleyen bir limonsunuz. Sadece daha sarı ve sulu olmak için güneş ışığına ve yeteri kadar suya ihtiyacınız var. Birden bir fırtına sizi, istediğiniz olgunluğa ulaşamadan tutunmuş olduğunuz daldan koparıverdi. Siz yer çekiminin kuvvetiyle, hızla yere düşerken, başka dallardaki limonlara baktınız. Bir tanesini o anda gözünüze kestirdiniz. “Neler oluyor? Bana yardım et? Ben olsaydım sana yardım ederdim. Lütfen beni kurtar!” dediniz. Yeteri kadar güneş ışığı alan, sarı, sulu ve dalına tutunmayı başarmış diğer limon ne derdi? “Bence sen dalına tutunmadın, senin yerinde olsaydım daha sıkı sarılırdım.” Yere düştünüz. Ezik, çürümüş, parçalanmış! Yaralı… Beklentilerinin, kendi adaletinin kurbanı, çöp!
Sosyal yapı tarafından yetiştirilen bireyler, kendilerine dayatılan öğretileri şüphesiz kabul ediyorlar. Kabullenmenin ötesinde, mütevazılıktan oldukça uzak bir kavram gibi görünüyor. Mütevazılığa oldukça uzak olan kavramı tanımlayamıyorum; fakat basitçe kendilerine dayatılan öğretileri, dikte etme yöntemi ile dışa vuran bir insan ırkı da diyebiliriz. Hayatlarının bu karmasında sonsuza dek yaşayan ve sosyal yapı tarafından yetiştirilen bu bireyler, evrensel ya da doğuştan olmadığını anlayabilme becerisine bir türlü sahip olamamış başka bir insan modeli olarak, gübre yığınlarını basamak olarak görüyorlar. Hayal kuramayan, bekleyen, bekleyemeyeceğini bekleyen, her daim üzülen, dönüşen ve eksilen bir insan modeli olarak var olmaya çalışıyorlar. Romantik bir kaygı olarak düşünülmesini istemem. Gerçeklik… Adaletsizlik… Beklentilerin doğurduğu hayal kırıklıkları… Adalet olarak adlandırdığımız ve eksildikçe dönüştüğümüz bu yaranın ta kendisi! Bizi bu noktaya getiren neydi?
Adalet kavramı ve adaletsizlik, beklentilerimizin oluşturduğu hayal kırıklarının ötesine geçemiyor. İnançlarımız, öğretilenler ve öğrendiklerimiz, elimizle inşa ettiğimiz yüksek duvarlara dönüşüyor. İçimize bir türlü dönemeyip, bu denli duvarları aşamayışımızın, tabuların ve alışkanlıklarımızın kurbanı oluyoruz. Elde kalan az malzeme ile birey olamayışımızın yarattığı bu tutsaklık, halka halka uzayan zincirlere benziyor. Bizim putumuz aşmak, artık tutarlılığı ona feda ediyoruz.