Kahve makinesindeki yeni demlenmiş kahvenin kokusu mutfağı doldurmuştu. Eskiden beri kahve çekirdeğini çiğ alır, kavurur, öğütür sonra tam 25 gram kahveyi makinenin demleme gözüne koyardı. Sonuçta kahve de bir karışımdı ve doğru oranlar mükemmele ulaştırırdı.
Fincanını doldurdu, karışımın son bileşeni bir çay kaşığı esmer şekeri ilave etti ve salona doğru ilerledi.
Yüksek tavanlı, geniş, ahşap lambrili kaplı salonun üç duvarı da boydan boya kitaplıktı. Kitaplar konularına göre ayrılmıştı. Kapıdan girince sol taraftaki duvarda edebi yayınlara, sağ tarafta fen bilimleri üzerine akademik yayınlara, kapının bulunduğu duvarda ise diğer eserlere yer verilmişti.
Hiçbirine yönelmedi. Kapının karşısındaki aynaya doğru yürüdü ve kendisiyle karşılaştı. Ağarmış saçları, çökmüş avurtları ve artık sayamadığı morarmış gözaltına yerleşen halkaları. Babası gibi kel kalmamıştı, hala saçı vardı; ama korkutucu bir biçimde ona benziyordu. Babası 98 yaşında öldüğünde kendisi henüz 55 yaşındaydı, tam 25 yıl önceydi. Gayet olağan karşılamıştı babasının ölümünü. Tüm işlemleri usulüne göre yapmıştı. Onun ölümü tamamlanması gereken bir görevdi. Ama eşinin ve oğlunun ölümü. Onlara aynı tepkiyi gösteremedi. Yapılması gereken her şeyi başkaları yaptı. O sessizce seyretti. Konuşmadı, karışmadı, sustu. Kelimelerin sultanının arkasından kurulacak hangi cümle yeterli olurdu ki! Bir oğulu kaybetmenin acısının tarifi var mıydı? Aynı gün, aynı yerde, aynı saatte; uğruna kariyerinden, hedeflerinden vazgeçtiklerini kaybetmek, hayatını kaybetmekle eş değerdi. Şimdi dönüp onların olmadığı bir hayatı yeniden kuramaz ve hedeflerine cesurca ilerleyemezdi.
Kahvesini karıştırırken açık olan gömlek yakasından görünen kırışmış boynu onu rahatsız etti. Genç bir erkekken kravatıyla örttüğü sağlıklı boynu, asıl örtülmesi, saklanması gereken zamanda açıktı. Beyaz gömleği, önlüğü ve siyah kravatıyla elinde deney tüpüyle yaptığı karışımın sonucunu beklediği anın heyecanı geldi aklına. O gün sonuç negatif olsaydı. Doğru oranları yakalamasaydı…
Neden? Neden doğru formülü o gün buldum? Kimya doktorası yapan, 30 yaşında, basit ve tecrübesiz bir akademisyenken… 60 yaşında bulsaydım. Hocalarım hırslarıyla birlikte bu dünyadan ayrılınca. O zaman olurdu işte. O zaman direnirdim yapılan haksızlıklara, tehditlere, şantajlara. Küsmezdim, korkmazdım, sinmezdim. Ama çok gençtim. Genç bir karım ve plansız, zamansız dünyaya gelen, evliliğimizin sebebi bir oğlum vardı. Hemen pes ettim. Eşimin edebi köşe yazıları evi geçindiremezdi. Ailelerimizden bu kadar uzakta; hatta farklı bir kıtadayken başka çare yoktu. Hocaların anlaştığı ilaç kartellerinin baskısına dayanamasam da benim gibi bir çaylağın pazarlarını altüst etmesine izin vermezlerdi.
Bende sustum, korktum, kaçtım. Kaçmasam, gitmesem koridordaki konuşmamızda kürsü başkanının bahsettiği öngörüsü gerçekleşir ve eşim çıktığı alışverişten dönemeyebilirdi. Bunu göze alabilir miydim? Alamadım. Bir tekstil fabrikasında en iyi karışımla, en uygun renk tonunda kumaşlar üretilmesi için çalıştım. Eşim ve oğlum güvendeydi ama ben ne zaman alzheimerlı bir hasta görsem başımı çevirdim. Yüzüne bakamadım. Aileleriyle konuşamadım ta ki babamda aynı hastalığa yakalanana kadar. Bana bakıyordu, gözlerimin içine. Ama oğluna bakmıyordu. Onun için bir çift göz, burun ve ağızdan oluşan herhangi bir surattım. Belki de bu yüzden ölümü beni bu kadar rahatlattı. Varlığı, korkaklığımı her gün yüzüme vuruyordu. Ölümünden sonraki beş sene eşimle herkesten uzak yaşadığımız kır evinde yine kaçtım. Tüm gerçekliklerden kaçtım. Şimdi ise bir ben kaldım bir de elinde deney tüpüyle nefesini tutmuş, deneyinin sonucunu bekleyen gençliğim.
Çok güzel olmuş
Teşekkürler müdürüm.