KİTAP İNCELEMESİ
Didem Çivici önsözde bu kitabı kendi tecrübelerinden yola çıkarak yazdığını söylüyor. Kitabı okurken yazarın kendini tanımak üzerine çıktığı yolculuğu genişleterek hayata daha bütüncül ve barışık bir gözle bakmaya başladığını görüyoruz.
Çivici her ne kadar kitabın adında kadın cinsiyetine atıfta bulunsa da erkeğin dünyasını da anlamaya çalıştığını görüyoruz.
“Kadının gözünden bakarsak erkekler yeterince erkek değildir. Aşk ve iş arasında seçim yapmak zorundadır. İnsanlar güvenilmezdir ve bedeni dahi ona ihanet etmektedir. Hayalini kurduğu ilişki çok uzaklardadır ve içindeki özlem ve öfke duygusu git gide artmaktadır.
Erkeğin gözünden bakarsak da istediği başarıyı elde edememiştir. Elde ettiyse de bunu korumak için sürekli çalışmak zorundadır. Kadınlar yeterince kadın değildir. Kendisi ise bir ailenin sorumluluğunu almak ve cinsel dürtülerini zapt etmek arasında sıkışıp kalmıştır. Hayalini kurduğu özgürlük çok uzaklardadır vb.”
Jung, Lao Tzu, Wilhelm Reich, gibi düşünürlerin öğretilerinden yola çıkan Didem Çivici okura yerleşik yaşama geçtiğinden beri insanoğlunun unuta geldiği vahşi özünü hatırlatıyor.
“Çoğumuz vahşi özümüzle temasımızı yitirmiş insanlar olarak hayatımızı vasat bir şekilde idame ettirmeye çalışırız. (…) İçimizdeki o kocaman karanlık boşluğa temas etmemek, yalnızlığımızı hatırlamamak adına işe, alışveriş merkezlerine, güzellik ve spor salonlarına, randevu evlerine ya da kişisel gelişim çalışmalarına koşar ya da kendimizi politikaya ya da yardım kurumlarına adarız. Kısacası karanlığımızla yani vahşi olanla yüzleşmemek için elimizden gelen her şeyi yaparız.”
Yazar insan bedeni ile ruhu arasında ilişki kurmaya çalışırken, vahşi özümüzü yani karanlığı köklerimizde aramamız gerektiğini söylüyor. ‘Kök’ sözcüğü ile inançlarımızı, duygu ve düşüncelerimizi kastediyor ve bedenimizde kökün pelvis bölgesine karşılık geldiğini söylüyor. Biz doğadan ve fiziksel hareketlerden uzak kaldıkça bedenlerimizin de kaçınılmaz olarak deforme olacağına işaret ediyor. İnsan ilişkilerinde de gerçek ve sıkı bir dostluk için kişilerin birbirlerinin karanlık yönlerini tanımak zorunda olduklarını ve bundan korkmamaları gerektiğini hatırlatıyor.
“Derinlikli bir hayat hayal ediyorsam derinliği her şeyiyle kabul edebilmeyi diliyorum. (…) Okyanus derindir ve derinlikleri bilinmezdir. Derinliklere indikçe nefes almakta zorlanırsınız ve derinlik daha çok basınç demektir. Bazense derinlik ölüm demektir. Derinlere inmek istiyorsanız derinliğin getirdiği her şeyi beraberinde kucaklamanız gerekir.”
Eril özü sağlamlık, değişmezlik, özgürlük ile ilişkilendirirken, dişil özü ise görülmek isteği, karmaşa ve estetik ile ilişkilendiriyoruz. Ancak her kadının bilinç dışında eril imge (animus) ve her erkeğin bilinç dışında dişil imgenin (anima) yer aldığını da not edelim.
Karanlığı her zaman kötülük ile ilişkilendirdiğimizi hatırlatan Didem Çivici insanın hayvani yönlerini terk etme çabasının onu vahşi özünden uzaklaştırdığına da değiniyor.
“Hayvani güdülerimizi bir kenara bırakıp daha iyi, daha güçlü, daha ulvi kişiler olmamız beklenir. Ancak bir şeyi unutuyor olabiliriz. Biz insanız. Et bedenlerimiz içinde nefes alan yaratıklarız. (…)
Hayvanı ve hayvan benliğimizi bu kadar aşağı görmemizin nedenleri arasında karanlık ile ilişkili bir şey var. Vahşi Öz. Karanlıkta olan, ilkel olanla ve hayvan ile özdeşleştirilir. O gölgedir. Vahşi olandır. Dört ayaklıdır. Cinselliği bir hayvan gibi yaşar. Bedeni diri ve canlıdır. Toplumun eleğinden geçmemiştir. Duyguları hamdır.”
Jung’un ‘arketip’ ve ‘persona’ tanımlarına da değinen yazar bireyin kendisini korumak için toplumun görmek istediği rollere büründüğünü hatırlatıyor:
“Persona bizim hayatta kalma stratejimizdir. Duruma göre taktığımız maskedir ve bilinçte yer alır. Bazı insanlarda persona ya da ego öyle güçlenir ve yapılanır ki kişi kendi personası ile özdeşleşir ve kendi gerçekliğini dışarıya gösterdiği maskesi sanmaya başlar.”
Jung, “gölgeleri göremeyenler, onların eline düşmüştür,” diyor. Peki bizim modern dediğimiz yaşam tarzı aslında bilinç dışımızın, gölgelerimizin yadsınmasından mı ibarettir? Toplum ‘benzemezleri’ sevmiyor ve dışlıyor. Oysa Çivici bireyleşmenin yolunun kendi gölgemizi tanımak ve onunla barışmakla mümkün olduğunu söylüyor.
Yeri gelmişken ‘aşk’ dediğimiz duygu yoğunluğunun, aslında kişinin kendi anima ve animusunu kucaklaması demek olduğunu da ekleyelim. Bazı kadınlar ve bazı erkekler ‘aşık olunası’dırlar. Bunun sebebi bu bireylerin kollektif anima ve animus karakterlerini barındırmasıdır. Olumsuz animusa örnek olarak Mavi Sakal, olumsuz animeye örnek olarak ise Hollywood filmlerdeki femme-fatale kadın karakterler gösterilebilir.
Vahşi Kadının Cazibesi‘nde en çok ilgimi çeken kısımlardan biri ise insanı vahşi özüne dönüşü için gösterdiği ipuçları oldu:
1-Silkelenme
2- Deri nefesi
3- Güç ve rahim sesimi bulmak
4- Farkındalıkla yeme
5- Keyif almak
6- Hareket
7- Gölge çalışması
8-Şiddetsiz iletişim
9- Yas tutmak
10-Ritüel
11- Duygu ve beden farkındalığı
12-Analitik psikolojisi
13-Arketiplerle derinleşmek
Yukarıda sıraladığım maddeleri kitapta tek tek okurken eminim çoğumuzun aklına bu ritüellerin Batı uygarlığından uzak yaşayan kabilelerde hala devam etmekte olduğu gelecektir.
Didem Çivici kitabında hayatın doğum ve ölümden oluşan bir bütün olarak algılamak gerektiğine dikkat çekerken ‘sağalmamızın’ da vahşi özümüze dönmekte ve ondan korkmamakta saklı olduğunun altını çiziyor.
Öneri ve inceleme çok bilgilendirici, teşekkürler Irmak. Listeye eklendi.