“Kızıl Kale” kitabında yer alan Kısa Bir Üzüntü, Erendiz Atasü tarafından yazılmış bir ana kız hikayesi. Kahramanlar pek az konuşarak aslında birçok şey söylüyorlar okura.
Kahramanlarımız kargaşanın şehri İstanbul’da ama şehrin kısmen dışında, Anadolu Hisarı’na yakın bir mekândadırlar. Şehrin gürültüsünü geride bırakmak için annenin bu mekânı seçtiğini düşünürüz. Nitekim yazar şehri okura betimlerken “uğultu, dev makineler, metropolün yırtıcılığı, çöp dağları, egzoz gazları” gibi ifadeler kullanır. Bu ifadeler birer metafor olarak seçilmişlerdir ve şehir hayatının kirli yüzünü okura sezdirirler. Atasü, paragrafın sonunda “hıçkırıklar, aç bebek feryadı, hasta iniltileri” gibi ifadelere başvurur ki bunlar da iki kadın arasında geçmişte yaşanmış olması muhtemel incinmeleri (travmaları) akla getirir.
Atasü’nün biçemi yer yer Katherine Mansfield’i andırır. Sözgelimi birinci paragraf “Kim işitiyor aç bebeğin feryadını yada geleceksizlerin oflamalarını?” cümlesi, kahramanın “Ben işitmiyorum” sözleri ile devam eder. Bu kullanım öznel birinci tekil anlatıcıya iyi bir örnektir. Annenin kızının geçmişteki taleplerini görmezden geldiğini de okura sezdirir.
Metinde anne ile kız arasında karşıtlıklar vardır. Anne kızı ile buluşmaya gelirken sanki bir baloya gidiyormuş gibi süslenip püslenmiştir. Kız ise annesinin aksine özensizdir. Yalnız burada da dikkat edilirse tanrı anlatıcı, annenin ağzından konuşuyor. Kızın bize dağınık olduğu söyleniyor oysa annesi ile buluşmaya giden kız kot pantolon giymeyecek de ne giyecek? Cümleyi okuyalım:
“Kızı aldırmazdı böyle şeylere; kot pantalonu çekmiş, ayağında espadriller, dağınık saçları sallapati bir at kuyruğu ile sözüm ona toplamış, yüzü makyajsız. Ona da böyle yakışıyor, diye düşündü. Dokunmak istedi evladına, çekindi.”
Aslında kızı ile buluşmaya resmi giyinerek giden anne daha fazla yadırganmayı hak eder. Kızına yakın olmayı geçmişte beceremediği gibi şimdi de beceremez. Ona dokunamaz bile! Bu cümlede de “kızına” yerine “evladına” sözcüğü belli ki bilinçli olarak tercih edilmiş.
Atasü, kahramanlarımız çay içerken ortaya çıkan kaşık sesini, bilhassa okurun gözüne sokar ki konuşmadıkları belli olsun.
Öyküde buluşma mekanının anne tarafından seçildiğini görüyoruz. Kızının hoşuna gitsin diye seçtiğini söylüyor anne. Ancak aslında bu mekanda onun çocukluğu geçmiş. Bu mekan annenin sevdiği bir yer, kızın değil. Kızını gerçekten seven ve onu önemseyen bir annenin kızının sevdiği bir mekanda buluşmayı önermesi beklenirdi. Buradan onun bencil bir anne olabileceği sonucunu çıkarıyoruz. Kızının zevklerini küçümsüyor da olabilir (tıpkı giyim kuşamda olduğu gibi) onu yeterince tanımıyor, bu nedenle hangi mekanı tercih edeceğini bilmiyor da…
Annenin buluşmak için kendi çocukluğunun geçtiği mekanı seçmesi, onun kendi çocukluğuna ve masumluğuna dönme arzusu, yapılan yanlışları düzeltme isteği olarak da okunabilir. Kız anneye niçin buraya geldik, diye sorduğunda anne manzarayı paylaşmak istediğini söylüyor. Mesele elbette manzara değil, yaşlı kadın kızı ile sadece ortak bir şeyler paylaşmak istiyor.
Metinde geçen “kölece bir şeydi analık, insana onur kavramını unutturan” ifadesi de önemli. Bu sözü yine tanrı anlatıcı söylüyor ancak söz annenin hayata bakış açısını yansıtıyor. Annelik fedakârlık gerektirir pekala ancak pek az anne kendini “köle” olarak görür. Kahramanlarımız birbirleri ile konuşmadan çay içtiklerinde anlatıcı “didişecek” vakitleri olmadığından bahsediyor. Bu fiil de yine anne kız ilişkisinin geçmişte de sağlıklı kurulamadığını okura anlatıyor.
Anne belli ki kızından ilgi ve sevgi görmek istiyor ancak kendisi gençliğinde iyi bir anne olmadığı için aralarında sağlıklı anne-kız ilişkisi kurulamamış. Kızı annesine hasta olup olmadığını sorduğunda anne bu soruya da sevinemiyor. Pekala kızı annesinin sağlığını düşünmek yerine kendi konforunu ön planda tutuyor olabilir.
Metinde ölüm, yıkım ve şehir, yaşlılık bir yanda; yaşam, gençlik, doğa, tazelik onun karşısında yer alıyor. Annenin şehirden uzaklaşıp doğaya (Ege kasabasına) kaçmasını biraz da ölümden kaçma, yaşama tutunma isteği olarak görmek gerek.
Anne kızının ve damadının (artık kızın evli olduğunu öğreniyoruz) çok çalışıyor olmasından şikayetçi. Oysa birazdan göreceğimiz gibi inci gerdanlık ve şık giyinme alışkanlığı annenin de maddi durumunun gayet iyi olduğunu okura anlatıyor. Anne iyi bir meslek sahibi, kültür seviyesi yüksek bir kadın olarak gözümüzde canlanıyor, bu durumda işlerinin yoğunluğundan kızına yeterince vakit ayırmamış, onun ihtiyaçlarını görmezden gelmiş olabilir.
Anne kızına söylemese de anlatıcı okurun öğrenmesi için kadının ağzındaki baklayı çıkarıveriyor: Anne bir Ege kasabasına gidip huzur evine yerleşecektir. Annenin gitme kararını kızına söylememesi aralarındaki iletişimsizliği pekiştirir. Kadın önemli bir karar alırken kızının fikrini alamaz. Onunla değerli bir şey “paylaşamaz.”
Annenin inci gibi pahalı (değerli) bir hediyeyi kızına verme sebebi buradan kaynaklanır. Anne aman ve çaba göstermek, kızına ilgi göstermek yerine kolaya kaçıp maddi yönden değerli bir nesne ile kızına sevgi vermeye çalışır. Oysa çocuğunun annesinin ayıracağı zamana ve ilgiye ihtiyacı vardır.
Öyküde baba figürünün hiç olmaması anne kız ilişkisini daha çok vurgular. Yaşlı kadının şık giyinerek kızı ile buluşmaya gitmesi okurda seyrek görüştükleri izlenimini uyandırır. Öykünün sonunda vurgulanan incilerin dağılması, aslında ailenin dağılmasını simgeler. Ne var ki aile bize gösterildiği kadarı ile zaten yarım (babasız) dır ve inci kolyenin ipi pek incelmiş, ha koptu ha kopacaktır.
Okumak isterseniz: KATHERINE MANSFIELD – KÖRFEZDE ÖYKÜSÜ ÜZERİNE İNCELEME