Denemeler

EDEBİYAT NE DEĞİLDİR?

Edebiyat nedir sorusuna yanıt ararken sanırım çoğumuzun aklına gelen en kısa tanım ‘güzel söz sanatı’ olduğudur. Biz insanoğlunun hep her şeyin güzelini, iyisini sevme gibi bir bencilliğimiz var. Kötü sesler işitmeyi, kötü sözler duymayı sevmeyiz. Fakat ben şimdi edebiyatın öncelikle güzel, süslü söz söyleme sanatı olmadığını iddia edeceğim. Peki süslü sözler deyince neyi anlıyorum? Affınıza sığınarak yapı sektöründen örnek vereyim. (Evet tam yazın konuşacakken yine inşaat yine apartman yine beton…) On sene önce yeni yapılan inşaatların dış cephesine bol bol söve yapıştırma modası vardı. On dokuzuncu ve yirminci yüzyılda inşa edilen taş binaların kabartmalarından esinlenilmişti. Söveler beyaz strafordan imal edildikleri için yağmura ve neme dayanıksızdı. Binayı güzel göstermekten ziyade çirkinliği örtmek amacını taşırlardı.

Süslü cümleler de söveler kadar rahatsız edicidir. Metne renk katıyormuş gibi görünürler ancak metnin özüne bir katkıları yoksa laf kalabalığıdırlar. Şayet metnin ardında yazarın hayata yeni bir bakışı, yorumu yoksa bu tumturaklı cümleler beyaz kâğıda bantla yapıştırılmış karanfiller gibi eğreti duracaktır. Şayet yazarın bir meselesi varsa laf kalabalığının ardına saklanmak da neden? Çehov’un Gorki’ ye mektubunda söylediklerine kulak verelim:

‘Adam çimene oturdu, diye yazdığım zaman ne demek istediğim anlaşılıyor. Çünkü açık, çünkü dikkat çekmiyor. Buna karşılık: Omuzları geniş, göğsü basık, orta boylu, kızıl sakallı adam yoldan gelip geçenlerin ayakları altında çiğnenmiş çimene, gürültüsüzce çevresine korkak bir şekilde bakarak oturdu, yazarsam metin hem güç anlaşılır hem de okuyanı yorarım. Çünkü bir defada zihne yerleşen bir cümle değil, hâlbuki edebiyat bir saniyede zihne kazınmalıdır.’

 

Anton Çehov ve Maksim Gorki

Anton Çehov ve Maksim Gorki

Çalışma odasının duvarına Ezra Pound’un bir sözünü, ‘ifadenin temel keskinliği, yazmanın biricik ahlakıdır’ yapıştırdığını söyleyen Raymond Carver’ın nasıl yazılması gerektiği konusunda düşünceleri Çehov ile benzerlik gösterir.

‘Numaralardan nefret ederim. Kurmaca bir eserde numara ya da hile olduğunun ilk belirtisinde ister ucuz isterse süslü numara olsun, bucak bucak kaçma eğilimi gösteririm. Numaralar eninde sonunda sıkıcıdır, ben de kolayca sıkılırım. (…) Ama fazlası ile akıllıca yazılmış gösterişli bir yazı ya da dümdüz yazılmış aptalca yazı uykumu getirir. Yazarların numaralara ya da hilelere ihtiyacı yoktur.’

 

Raymond Carver

Raymond Carver

Ya da, yazarlık dersi aldığı John Gardner’ın söyledikleri:

‘‘Tam da söylemek istediğim şeyi söylemenin, başka hiçbir şey söylemememin ne kadar önemli olduğunu anlamama yardım etti; ‘edebi kelimeler’ ya da sahte ‘şiirsel dil’ kullanmamanın önemini.’’

Edebiyat ile daha fazla haşır neşir olduğum son birkaç yıla kadar sözgelimi ‘sevmek’ eyleminin anlatmaya değer temel meselelerinden biri olduğuna inanırdım. Ama artık duymak istediklerimiz, kulağa hoş gelen sözler yerine duymayı hiç istemediklerimizin de iyi edebiyatta yeri; hatta belki daha fazla yeri olduğunu görüyorum. ‘Sevmemek’ gibi. İşte size Marguerite Duras:

‘Niçin ağlıyorsunuz diye sorar. Niçin ağladığınızı söylemenin ona düştüğünü, bunu onun bilmesi gerektiğini söyleriniz.

Alçak, yumuşak bir sesle cevap verir. Çünkü sevmiyorsunuz. Öyle diye cevaplarsınız.

Açık açık söylemenizi ister. Söylersiniz. Sevmiyorum.

Hiçbir zaman mı? der.

Hiçbir zaman, dersiniz.’

Marguerite Duras

Marguerite Duras

Fotoğrafçı dostum Bahadır Öztuna’nın bir sözünü hatırlarım. Fotoğraf Derneğinde toplu gösterim yapılmış, herkes yaptığı çalışmaları sunmuş, iyi kötü hepsinin hakkında yorumlar yapılmıştı. O akşam masada hep birlikte kahve içerken Bahadır Abi ‘ben kursiyerlerden daha özgün şeyler bekliyorum; çiçek, böcek, çocuk fotoğrafından başka şeyler görmek istiyorum,’ demişti. Fotoğraf çekenler bilir, elinize makineyi alıp köy köy gezmeye kalkarsanız ne çekeceğim diye düşünmeye kalmadan çocuklar etrafınızı sararlar. Size gönüllü konu mankenliği yapmaya başlarlar. En kolay onların fotoğrafını çekersiniz. Ama iyi bir fotoğrafçı da iyi bir yazar gibi sıradan olanı değil sıra dışı olanı arar.

Yazmak aslında biraz da yeniden yazmak demektir. Yine fotoğraftan bir örnek vereyim. Fotoğraf derneğinde ayda bir gün, çektiğimiz fotoğrafları projeksiyon makinesinde perdeye yansıtıp üzerlerinde konuşurduk. Benim Muradiye semtinde çektiğim bir fotoğrafa sıra gelmişti. Fotoğraf yağmurdan hemen sonra ters ışıkta çekilmişti. Zemin parlıyordu. Merdivenlerden inen birisi siluet olarak görülüyordu. Işık açısından ilginç bir kareydi; ancak merdivenden inen adam doğru noktada değildi. Kompozisyon iyi değildi. Yürüyen adam karaltı halindeydi, ayakları birbirine yapışıktı. Yürüyor mu duruyor mu, belli değildi. Elimde başka kare olup olmadığını sordular. Sadece iki kare çekmiştim. Bana hayretle neden daha fazla çekmediğimi, orada neden daha fazla zaman geçirmediğimi sordular. İki karenin yeterli olacağını düşünmüştüm. Aslında sabırsızca davranmıştım. Konuyu farklı açılardan hem yatay hem dikey kadraj olacak şekilde çekmeye devam etmeliydim. Bana iyi bir fotoğrafçının konuyu yakaladığında iki kutu üç kutu makara harcadığını hatırlattılar hemen. (Diapozitif ya da siyah beyaz analog bir kutu film rulosundan otuz altı kare fotoğraf elde edilirdi) O an heyecanlanmış, en iyi kareyi yakaladığımı düşünmüştüm. Halbuki yanılmıştım. Bir konuyu enine boyuna düşünüp farklı açılardan yeniden yazmaya edebiyatımızda iyi bir örnek, Ferit Edgü’nün ‘Yazmak Eylemi’dir. Edgü bir gazete haberinden yola çıkarak kah anlatıcıyı kah kurguyu kah dilini ve biçemini değiştirerek her metinde farklı bir ritim yakalamış, tek konudan yüz bir kısa öykü çıkarmıştır. (Yazmak Eylemi: Bir Toplumsal, Siyasal olay Üzerine 101 Çeşitleme)

Yeniden yazmak, sabretmek hakkında Raymond Carver şöyle söyler:

‘Yeniden yazacak sabrım her zaman olmuştur. Ama o günlerde yeniden yazmayı iple çekiyordum, çünkü vakit alıyordu ve ben bundan memnundum. Bir bakıma üzerinde çalıştığım öyküyü ya da şiiri bitirmek için acele etmiyordum; çünkü bir şeyi bitirmek başka bir şeye başlayacak zamanı ve inancı bulmam gerektiği anlamına geliyordu. Dolayısıyla ilk taslağı yaptıktan sonra esere büyük bir sabır gösteriyordum. Bir şeyi görünüşte çok uzun bir süre evde bulundurarak onunla oynuyor, şunu değiştirip bunu ekliyor, başka bir şey çıkarıyordum.’

Ya da

‘‘’Zamanım olsaydı daha iyi olurdu.’’ Bir romancı arkadaşım bunu söylediğinde şaşkına dönmüştüm. Düşünürsem yine şaşkına dönerim ama düşünmüyorum. Ama yazı içimizdeki kadar iyi yazılmazsa o zaman niye yazılsın ki? Sonuçta elimizden geleni yapmanın verdiği tatmin ve bu emeğin kanıtı mezara götürebileceğimiz tek şey. Tanrı aşkına git de başka bir şey yap, demek istedim arkadaşıma. Hayatını kazanmaya çalışmanın daha kolay belki de daha dürüst yolları olmalı. Yoksa becerilerinin, yeteneklerinin en iyisini kullan, sonra da gerekçeler, bahaneler üretme. Şikâyet etme. Açıklama yapma.’

Şimdi size iyi bir edebiyat metninin canlı olduğunu söyleyeceğim. Evet iyi bir metin canlıdır ve okuruyla konuşur. Nasıl kurgulandığını, metnin iskeletinin nasıl tasarlandığını size anlatır. Karakterler hakkında, metni anlatanın neden sözgelimi tanrı anlatıcı olduğu ya da öykünün neden ortadan başladığı, metnin en dramatik noktasının neden sona saklandığı, olayların nasıl geliştiği, ihtiyar babanın neden oğluna öfkelendiği ya da oğlun neden her zaman babasının sözünü dinlediği halde bu sefer onu dinlemediği ve evden kaçıp gittiği gibi sorularının yanıtını iyi bir metinde bulabilirsiniz.  İyi bir metinde yazar, kahramanın tarafını tutmadan hikâyeyi kurabilme becerisini gösterir. Kötü karakterin bile kötülük yapması için yeterli gerekçeleri vardır ve okur o kahramanın da en azından kendine göre suç işlemek, intikam almak vs. için haklı sebepleri olduğuna ikna olur. İyi bir metin elbette didaktik de olmamalıdır. Didaktik bir metin sadece yazarın konuştuğu, okura düşünme ve fikrini söyleme, kendi düşüncesini bulma fırsatı vermeyen metindir.

Okur ile yazar ilişkisi hakkında uzun uzun konuşulabilecek bir alan. Söz gelimi az önce bahsettiğimiz mesele işin biraz teknik yönü. Yani zaman içinde öğrenilebilen kısmı. Bir öykü nasıl kurulmalı sorusunun yanıtını ararken, bir de yazarın anlaşılma ihtiyacı var. Hatırı sayılır sayıda yazarın da bu yüzden yazdığını düşünüyorum.  Yine Carver’in söylediklerine kulak verecek olursak:

‘Unutmayın, bir şiir sadece kendini ifade etme eylemi değildir. Bir şiir ya da edebi öykü, kendine sanat demeye cüret eden her edebi eser yazar ile okur arasında bir iletişim eylemidir. Herkes kendini ifade edebilir ama yazarların ve şairlerin eserlerinde yapmak istedikleri şey sadece kendilerini ifade etmekten çok iletişim kurmaktır değil mi? Duyulan ihtiyaç her zaman düşünceleri ve en derin endişeleri dile getirmektir. Dil ise bu düşünceleri bir biçime sokar. Kurmaca ya da şiirsel. Bunu yaparken de bir okurun bu duygu ve endişeleri hissetmesini ve anlamasını umut eder. Okur tarafından katkı olarak sunulan diğer anlamalar ve hissetmeler her zaman bir yazıya eşlik eder. Bu kaçınılmazdır hatta arzu edilir. Ama yazarın vermesi gereken asıl yük depoda bırakılırsa o zaman yazı benim düşünceme göre büyük ölçüde başarısız olmuştur. Anlaşılmanın her iyi yazarın temel bir varsayımı ya da yakalamak için çalıştığı bir hedefi olduğunu düşünmekte haklıyım bence.’   

Etrafında dolaştığım, dönüp düşündüğüm meselelerin başka yazarlar tarafından da düşünülmüş olduğunu görünce mutlu oluyorum. Geçtiğimiz yaz yazma etiği hakkında düşünürken gerçekçi bir metin yazmak istiyorsa yazarın yaşanmış kendi deneyimlerinden yola çıkması gerektiği fikrine varmıştım. Yaşanmamış tecrübeleri, hissetmediği duyguları anlatmak bana göre dürüstçe değildir.  Gardner’in Carver’e verdiği yazarlık derisinde söylediklerini burada da tekrarlayalım:

Bana ayrıntılı satır satır eleştiriler getiriyor ve eleştiriler ardındaki nedenleri, neden bir şeyin şu yerine bu şekilde olması gerektiğini söylüyordu, yazar olarak gelişimimde paha biçilmezdi bu. Metin hakkında bu türden ayrıntılı bir konuşma yaptıktan sonra öykünün daha büyük meseleleri, ışık tutmaya çalıştığı ‘sorun’, boğuşmaya çalıştığı çatışma ve öykünün büyük öykü şemasına uyup uymadığı hakkında konuşurduk. Yazarın duyarsızlığı, özensizliği ya da duygusallığı yüzünden öyküdeki kelimeler bulanıksa, o zaman öykünün müthiş bir yetersizlikten muzdarip olduğu kanısındaydı. Ama daha da kötü bir şey, ne pahasına olursa olsun kaçınılması gereken bir şey vardı. Kelimeler ve hisler dürüst değilse, yazar sahtekârlık yapıyorsa, umursamadığı ya da inanmadığı şeyler hakkında yazıyorsa, o zaman kimsenin umurunda bile olmazdı.’

Yazarları bekleyen diğer bir büyük tehlike de kendisine yapılan övgülerdir. Bir yazarın yeterince iyi yazdığını düşünmesi küçük bir intihar girişimidir. Kendini geliştirmek isteyen bir yazar (ne acı ki) hep eksiğini hatasını görmek mecburiyetindedir. Etrafından gelen övgüler şayet kendisini yeni yazılara hazırlamak için motive ediyorlar ise kabul etmeli aksi halde duymamazlıktan gelmeyi bilmelidir. Yazma yolculuğu daha iyi yazmanın arayışıdır bir bakıma. Fakat etrafı ne derse desin yazarın yine kendi yolunu kendi başına bulması beklenir. Yazarın eksiğini, hatasını eleştirmenlerden çok yazarın kendisinin bileceğine inanırım. Tolstoy, Maupassant’ın son eserlerini biraz bu gerekçe ile eleştirir. Maupassant’ı beğenmeme gerekçesi daha özneldir Tolstoy’un, ama şu sözleri bütün yazar adayları için uyarıcıdır:

Bir taraftan ilk romanlarının başarısı, gazetelerin övgüleri özellikle de halkın pohpohlaması; diğer yandan ardı arkası kesilmeyen ödüller ve en az onun kadar sonu gelmeyen istekler, bir taraftan da birbirleri ile rekabet halinde olan pohpohlayan, yalvaran ve artık yazarın sunduğu eserlerin kalitesi hakkında bir yargıda bulunmayan, sadece kendinden geçmiş bir biçimde okuyan kitle ile ün yapmış olan ismin altında yazılı her şeyi kabul eden yayıncıların ısrarı. Bütün bu ayartmalar öyle büyüktür ki kaçınılmaz olarak yazarı sarhoş ederler.’

Lev Nikolayevich Tolstoy

Lev Nikolayevich Tolstoy

Şimdi de iyi edebiyatın nasıl olması gerektiği sorunun yanıtını ararken Tolstoy’un konu hakkındaki görüşlerini değerlendirelim. Tolstoy’a göre iyi bir edebiyat metni üç özelliği içinde barındırmalıdır:

  • Yazarla konu arasında doğru yani ahlaki ilişki
  • Anlatım açıklığı ve üslup güzelliği
  • Sanatçının anlattığı konu ile ilgili sevgi ya da nefreti gizlememesi demek olan içtenlik

Tolstoy’a göre Maupassant’ın eserleri ikinci ve üçüncü aranan şartı yerine getirdiği halde ilk (ve ana koşulu) sağlamadıkları için sınıfta kalırlar. Maupassant’ın yeteneğinin hakkını verir ancak okuru hovarda bir yaşama çağırdığı için onu bir türlü bağışlamaz.

‘Yazar özel bir yetenek ile donatılmıştı, ki bu da yazarın derin, gerilimli ilgisini, zevklerine göre şu ya da bu konuya yöneltme becerisi, sonuç olarak da bu beceriye sahip olan yazarın dikkatini yönelttiği bu konularda yeni bir şey, başkalarının göremediği bir şey görmesi anlamına gelir. Fakat okuduğum bu küçük ciltten (Tolstoy burada Turgenyev’in kendisine getirdiği ‘Maison Tellier – Gezgin Satıcı’ kitabından söz ediyor) bir hükme varmak gerekirse gerçek bir sanatsal eser için gerekli olan ana şarttan yoksundu.’

(…)

‘Anlattığı konularla arasında hiçbir doğru, yani ahlaki ilişki yok. Okuduklarımdan, Maupassant’ın yeteneğe, yani nesnelerdeki ve yaşam olgularındaki diğer insanlar için görünmez olan nitelikleri, ona belirgin kılan dikkat kabiliyetine, ayrıca güzel bir üsluba sahip olduğuna, yani söylemek istediğini açıkça, basitçe ve güzel bir biçimde ifade ettiğine ikna olmuştum. Çalışması sanatsal bir ürün değeri taşıyordu, bu olmadan zaten hiçbir etki yaratamazdı, yani sevgisi ve nefreti sahte değildi, anlattığı şeyi seviyordu ya da gerçekten ondan nefret ediyordu. (Az önce konuştuğumuz mesele, yazar hissetmediği, inanmadığı duyguları yazmamalı) Fakat ne yazık ki birinci koşuldan, bir sanat eseri için neredeyse en önemli koşuldan, sunduğu şeyle arasındaki doğru yani ahlaki ilişkiden, bir başka deyişle iyi ile kötü arasındaki farkı bilmekten yoksun olduğu için, sevmesi ve sunması doğru olmayan şeyi sevip sundu ve sevip sunması gerekeni sevip sunmadı.’  

Tolstoy bilindiği gibi hayatı boyunca refah içinde yaşamış olmaktan, gençliğindeki av tutkusundan ve yaptığı hovardalıklardan pişmanlık duyuyordu. Onun gibi yaşam felsefesini dünya zevklerini terk etmek üzerine kuran bir yazarın Maupassant’tan pek haz etmemesi şaşırtıcı olmasa gerek. Tolstoy Maupassant’ın romanlarını ahlaki içeriğine bakarak değerlendirir ve ilk romanı Une Vie (Bir Yaşam) hariç diğerlerinin zayıf olduğu kanaatine varır. Öykülerinden birçoğunu yine kadın aşkı, cinsellik ön planda olduğu için eleştirirken hayal kırıklığına uğrayan, aşkın kurbanı olan kahramanların olduğu hikayeleri daha ‘ahlaki’ bulduğu için daha iyi edebiyat olarak değerlendirir.

‘Neyse ki Maupassant benimsediği yanlış teorilerin esiri olmadığı hikâyeler de yazmıştır ve sadece güzellik arzusu ile değil ahlak düşüncesini savunan ve yol açan şeyler de yazmıştır. ‘

Maupassant’ın  erkek kahramanlarının çoğu doğrudur, mutluluğu kadınlarda ararlar. Anlatıcı her zaman kadınlara karşı bitmek tükenmek bilmez sevgi, hoşgörü içindedir. En ünlü öykülerinden biri olan Mücevher’in kahramanı hayatı boyunca sevdiği eşi tarafından aldatıldığını öğrendiğinde karısından nefret etmek zerre kadar aklına gelmez. Öykü dikkatle okunduğunda kahramanın kadınsı bir kıskançlık ile tanımadığı rakibi olan adam ile aşık atmaya, onun gibi zengin olmaya giriştiği görülür.

Simon’un Babası öyküsünü hatırlayalım. Simon’un annesi tek başına yaşamakta ve çocuğu babasız büyütmektedir. Okur bir an kadının düşmüş olduğunu aklına getirebilir. Ama hayır! Bayan La Blanchotte öyküde adı bilinmeyen bir erkek tarafından terk edilmiş iyilik ve sevgi dolu asil bir kadındır. Bir başka örnek, işte size Boitelle! Afrika’da yaşayan kapkara bir kadın. (On dokuzuncu yüzyılda siyahiler için beyaz Avrupalılar’ın ne düşündüğünü hatırlatmaya gerek var mı?) Ona aşık olan Avrupalı bir genç, Antoine. Anne ve babasını ikna edemediği için bu siyah kadınla evlenemiyor ve ömür boyu mutsuz oluyor. Maupassant’da huysuz, çirkin, can sıkıcı bir kadın kahramana kolay kolay rastlayamazsınız. Yatak odalarına onlarca erkek de alsalar o kadınlar her zaman asil, her zaman soyludurlar.

Doğrusu okurken Tolstoy gibi yaklaşmadım Maupassant’a. Fakat ben de hayal kırıklığına uğrayan kahramanların hikâyelerini diğerlerine göre daha başarılı buldum. Bu hikâyelerin duygusal yoğunluğu daha fazlaydı. Trajiktiler. Kahramanlar arzularının kurbanı oluyorlardı.

Tolstoy yazısında bazı yerlerde Maupassant’ın hovardalık, eğlence peşinde koştuğunu ima ediyor. Yaşadığı çevrenin (Paris’in) değerleri o şekilde imiş. Yanılmıyorsam Sabahattin Eyüboğlu’nun sözüydü. Önce Oscar Wilde’in ‘sanat tümüyle yararsızdır’ cümlesinden yola çıkıyor sonra da sanatın nihai amacının (estetik zevk verse de) insanları eğlendirmek olduğunu söylüyordu.  Ben iyi bir yazarın eğlenerek mutlu olabileceğine pek inanmıyorum. İyi edebiyatın eğlence olduğuna inanmadığım gibi.

Edebiyatın çaba gerektirdiğine, gelişigüzel yazarak yapılamayacağına inanırım. Edebiyat disiplin işidir. Kof komedi olmadığı gibi kuru duygu sömürüsü de değildir. Edebiyat fotoğraftır, müziktir. Ahenktir, coşkudur. Korkmadan, cesurca çirkini gösterebilmektir. Okuru sarsmaktır. Sıra dışı olandır.  Tutkudur, aşktır. Sözdür. Sessizliktir. Kahramanların diyalogları ile okuru haftalarca etkisi altına alabilmektir edebiyat. Okura kurgu bir dünya sunarken günlük hayatın sıradanlığını göstermektir. Okura kurmaca bir evren yaratırken günlük hayatın ne kadar esin verici olduğunu da göstermektir edebiyat. Gerçekten daha gerçek hayallerdir. Ama okurun hafızasına kazınmayan cümleler edebiyat değildir. Güzeli arayan okura yavanı göstermek edebiyat değildir. Velhasıl kelam edebiyat sadece edebiyat değildir.

Irmak Erkan

Bir gece yatağından kalktı. En sevdiği pantolonunu, gömleğini giydi, cüzdanını yanına aldı, çantasını sırtladı; karısını ve çocuklarını öpüp odadan çıktı. Çalışma odası soğuk, karanlıktı. Ahşap masanın üzerindeki gece lambasını yaktı, sobayı tutuşturdu. Sandalyesine oturdu, yazmaya başladı.

YAZAR HAKKINDA

Irmak Erkan

Bir gece yatağından kalktı. En sevdiği pantolonunu, gömleğini giydi, cüzdanını yanına aldı, çantasını sırtladı; karısını ve çocuklarını öpüp odadan çıktı.
Çalışma odası soğuk, karanlıktı. Ahşap masanın üzerindeki gece lambasını yaktı, sobayı tutuşturdu. Sandalyesine oturdu, yazmaya başladı.

Bir Yorum Yazın

+ 36 = 38