Bu yazımızda Amerikalı yazar Flannery O’Connor’ın ünlü öykülerinden birini incelemeyi denedik. Yazarın öyküde gerilimi nasıl tırmandırdığını, çatışmayı kimler arasında nasıl kurduğunu anlamaya çalıştık.
Metni incelerken kendimce bölümlere ayırdım. Bu şekilde çözümleme işini kolaylaştırmaya çalıştım. Şimdi gelin bu ilgi çekici öyküye hem teknik hem de içerik yönünden birlikte bakalım.
KAHRAMANLARIMIZI TANIYALIM
Yazarın ilk cümlede öykünün mühendislik deyimiyle taşıyıcı elemanını inşa ettiğini görüyoruz.
“Doktor, Julian’ın annesine dokuz kilo vermesini öğütlemişti, tansiyonu yüksekti, bundan sonra her Çarşamba gecesi Julian annesini kente, zayıflama kursuna götürmek zorundaydı.”
Julian’ın annesinin hastalığı metnin sonlarına doğru nüksedecektir. Okur, tansiyon hastası olan annenin sinirlenmemesi gerektiğini bilir. Yazar anne ile oğul arasında ‘oğulun anneye bakma zorunluluğundan’ kaynaklanan bir çatışma yaratmıştır bile. Diğer önemli bilgi kahramanlarımızın taşrada ikamet ediyor olduğudur. Aynı paragrafta ‘zencilerin de artık otobüse alındıkları’ ifadesi de dikkatimizi çeker ki metindeki asıl irdelenen meselelerden biri de ırkçılıktır. Annenin huyu hakkında da okura bilgi verilir. Anne oğluna sık sık hayatta onun için katlandıklarını hatırlatmakta ve bu sözleri ile de oğlunu sinirlendirmektedir.
Yazarın dindar, Hristiyanlık tarihine hakim biri olduğunu ve sık sık İncil’de anlatılan öyküleri de metinlerinde kullandığını biliyoruz. Metinde Aziz Sebastian gibi okların hedefi olma ifadesi geçiyor. (Aziz Sebastian ilk hristiyan şehitlerden biri. Hristiyanlar tarafından ağaca ya da direğe bağlanarak oklara vurulduğuna ancak ölmediğine inanılıyor.)
MOR ŞAPKA EN ÇOK KİME YAKIŞIR?
Julian’ın annesi zengin insanlar gibi giyinmeyi sever. Taşralı beyaz bir kadındır ya, sınıf atlamak peşindedir. Ancak yeni satın aldığı mor şapka eğretidir. Rüküştür. Annenin hem zevksizliğini hem de taşralılığını ele verir. Mor şapka yaşlı kadının sınıf atlama arzusunun simgesidir. Nitekim metnin anlatıcısı da şapkanın çirkinliğini itiraf edecektir:
“İğrenç bir şapkaydı aslına bakılırsa. Kenarından geçen mor şerit öbür uçtan sarkıyordu, gerisi yeşildi, içi boşaltılmış bir minderi andırıyordu. Evet evet gülünçten çok rüküş acınası bir şeydi. Annesinin hoşuna giden şeyler hep böyle ufak tefekti ve Julian’ın içine sıkıntı verirdi.”
Julian annesini küçük, henüz olgunlaşmamış bir kıza benzettiği gibi annesi de Julian’ı toy, hayatı tanımayan bir genç olarak görür. İkisi de birbirinin gözünde tecrübesizdir. Gerçekte anne oğlunu, oğlan da annesini tanımaz. Birbirlerinin becerilerini bilmezler. Anne sınıf atlamak istediği gibi genç bir aydın olan Julian da (ne de olsa anasının oğludur) para kazanmak ister.
“Bir gün ben de para kazanacağım dedi Julian. -asla kazanamayacağını biliyordu.”
Flannery O’Connor, ironik bir dille Julian’ın zekasını övmek yerine anneyi (oğlunun başarısından ötürü) över ve onun ayrıcalıklı olduğunu söyler:
“Zayıflama kursunun derse şapka ve eldivenle gelen üniversiteye gitmiş bir oğlu olan bir-iki öğrencisinden biriydi Julian’ın annesi.”
Julian’ın büyüyüp tam bir yetişkin olduğunda da aydın ama tutunamayan, kaybeden bir aydın olacağının ipuçlarını yazar aşağıdaki çarpıcı cümlelerle verir. Kendisini var edemeyen genç üniversiteli için anneyi suçlamak elbette daha kolay olurdu:
“Keşke bencil olsaydı, diye düşündü Julian, bencil bir anne ile kendi yazgısına boyun eğmesi kolaylaşabilirdi; keşke içki içen bağırıp çağıran bir cadı olsaydı.”
Yazar Julian’ı (yeni nesil) daha özgürlükçü ve demokrat çizerken anne (eski nesil) karakterini daha ‘seçkinci’ çizer. Ama bunu yaparken de gözümüze sokmaz. Anne bağnaz, bir ırkçı değildir. Aslında yaşlı kadın şehrin değişmesinden, sokaklarda çocukluğunda gördüğü eski insanları, eski komşuları görememekten rahatsızdır. Değişime ayak uyduramadığı için, şehir git gide kozmopolit hale geldiği için bu kez siyahiler, işçi sınıfını suçlamaya girişir. İşin ironik yanı aristokrat bir aileden gelmekle avunan anne refah içinde yaşamamıştır hiç. Çocukluğunda bile. Överek bahsettiği malikaneyi ancak bir kez o da satılamadan önce görmüştür. Bugün şehrin kenar mahallesi sayılan bir semtte ana oğul oturmaktadırlar. Geçmişe takılı yaşar anne, büyük babası ile avunmaya çalışır:
“İnsan aslını korur, öyle kalır,” dedi annesi. “Büyük dedenin pamuk çiftliği, iki yüz de kölesi vardı.”
Ama Julian gerçekçidir, çağının insanıdır:
“Artık dünyada köle kalmadı, dedi Julian hırsla.”
OTOBÜSTE KİMLER VARMIŞ KİMLER…
Otobüs O’Connor’a, Amerikan toplumunun küçük bir modelini yaratma imkanı verir. Yaşlı annenin (otobüste öyküye eklenen) dişlek kadın ile konuşmaları alabildiğine doğal, yapmacıklıktan uzaktır. Okur sanki kendisi de o otobüsteymiş, yolculuğun parçasıymış, olan biteni izliyormuş gibi hisseder. İki kadın havadan sudan bahsederken önce sıcaklardan, hemen ardından zencilerin varlığından şikayet ederler. Yazar bize ırkçı iki kadının kültürel zekalarının ne kadar geri olduğunu onların diyaloglarında gösterir.
“Benim oğlum da geçen yıl üniversiteyi bitirdi. Yazar olmak istiyor ya mesleğe atılana kadar yazı makinesi satıcılığı yapacak.”
(…)
“Çok iyi, yazı makinesi satmak da yazmak gibi bir şey zaten. Birinden öbürüne geçiverir.”
Kahramanları arasında taraf tutmamaya, hepsinin zaaflarını ve hatalarını bulup göstermeye dikkat eder. Hem Julian hem de annesi trajiktir. Julian’ın trajedisi umutlarını kaybetmiş olmasıdır:
“Julian elli yaşında bir adam kadar bezmişti hayattan.”
Delikanlının keskin zekası ona geleceğin hiç de parlak olmadığını söyler. O gençliğine rağmen hayalci ve aptal değildir. Kendisini neyin beklediğinin pekala farkındadır.
Annenin trajedisi ise bir türlü gerçeği görmek istememesidir. Yalnız hoşuna giden sözlere kulaklarını açan Kral Lear gibi zavallı kadın sadece inanmak istediklerine inanır. Artık bütün ekonomik gücünü kaybetmiş olan Chestny ailesinin torunu olmakla övünür. Oğlunu bozuk dişlerine rağmen yakışıklı zanneder, delikanlının yazı ve okuma merakının ticari başarıya dönüşeceğine inanır.
GROTESK ÖYKÜNÜN SAHİCİ KARAKTERLERİ
Flannery O’Connor, metin boyunca soğukkanlılıkla kahramanlarının üzerine çalışır. Metni kurguladığı titizlikle onlara olumlu ve olumsuz özellikler atfeder. Bu nedenle salt kötü ya da çok saf ve temiz yürekli plastik karakterleri hiç görmeyiz onun metinlerinde. Irkçı bir kadın olan annenin ağzından şiddet ile ilgili bir söz çıkmadığı gibi kendisi de metin boyunca kimseye fiziksel şiddet uygulamaz. İşin tuhafı bir entelektüel prototipi olan Julian daha şiddete meyillidir. Anne gözümüzde sevimli, tonton bir teyze olarak canlanır. Aslında sadece çocukluk günlerine özlem duymaktadır. Eski güzel günlerdeki gibi zenciler konaklarda hizmetçilik edeceklerse pekala yaşlı kadın onların varlığını kabul edecektir. Dahası dadısı ile geçirdiği anıları hatırladıkça mutlu bile olur. Yaşlı kadın aristokrat sınıfın çöküşü, zencilerin özgürlüğü, kısacası değişen dünya ve sosyal yaşam karşısında uyum sağlamayan eski kafalı ABD’li beyaz insanı teslim eder.
Okur anneyi gülünç bulur, dahası yaşlı kadına acır. Gerçekler önünde apaçık durduğu halde o kendi hayal ettiği dünyada yaşamakta ısrarcıdır. Julian’in bir aydın olup ama aynı zamanda insanlara yabani kalması onun bireysel olduğu kadar toplumsal bir meselesidir. Toplum da aydın da birbirine yabancıdırlar.
Kahramanımız inatla otobüse binen zenci ile iletişim kurmaya çalışır. Ne var ki aynı dilde iletişim kurmayı ikisi de beceremez. Burada ilginç olan nokta Julian bu iletişimi sosyal bir sorumluluk olarak görmez. Annesine öfke beslediği için ona rağmen ve ona inatla zenci ile diyalog başlatmayı dener. Anne ile oğul arasındaki çatışma aslında hem kuşaklar arasındaki farkı hem de liberal ile muhafazakar arasındaki tartışmayı akla getirir. Bunun yanında anneyi öfkelendirmek risklidir zira yaşlı kadın tansiyon hastasıdır:
“Şu zenci ile bir konuşabilseydi, sanat, siyaset ya da çevrelerindekilerin akıl erdiremeyeceği düzeyde herhangi bir konu üstüne… Ne var ki adam gazetesinin arkasında kıpırdamıyordu.”
(…)
Seçkin bir zenci profesör ya da avukat dostunu eve, yemeğe çağırabilirdi. Bunu yapmaya kesinlikle hakkı vardı. Ama annesinin tansiyonu birden 300’e fırlardı. Yoo, onu inme sınırına itemezdi.
Zencinin sessizliği, otobüste kimse ile konuşmaya yanaşmaması, gazeteyi kendine siper etmesi belki onun da toplumdan (beyazlardan) korktuğu şeklinde yorumlanabilir.
Yazar kahramanın çatışmasını iki yönlü kurar. Julian’ın zencilere olan sempatisi aslında toplumsal gibi görünür. (Dışsal) Ama asıl sebebi ailesel, annesine duyduğu öfkeden ileri gelir. (İçsel) Aslında yazar burada toplumsal meselelerin ideolojik kökenlerini çözümlerken bir ruh bilimci gibi işe bireylerden, onların çocukluk ve aile hikayelerinden başlanması gerektiğini söyler gibidir.
“Yüzü olağanüstü bir kırmızılıktaydı, tansiyonu birden fırlamışçasına. Julian ona en ufak bir sempati göstermemekte kararlıydı. Üstünlüğü bir kere kaptıktan sonra korumaya, kaptırmamaya can atıyordu, uzun süre unutamayacağı bir ders vermek istiyordu annesine.”
HOŞGELDİNİZ KÜÇÜK HANIM
Anlatıcı iri kıyım pehlivan gibi bir kadını otobüse bindirir. Bu kadın da zencidir ve hiç de gazete okuyan adam kadar sakin ve zararsız görünmez:
“Körüklü kapı tıslayarak açıldı ve karanlığın içinden iri kıyım, rengarenk giyinmiş asık yüzlü bir zenci kadınla küçük oğlu bindi otobüse.”
(…)
“Tam bir dev anasıydı. Yüzünün anlatımı insanda zıtlaşmaya hep hazır olduğu duygusunu uyandırmakla kalmıyor, zorla zıtlaşma aradığını gösteriyordu.“
(…)
“Başında iğrenç bir şapka vardı. Bir yandan dolanan mor kadife şerit öbür uçtan sarkıyordu.”
(…)
“Elindeki kocaman kırmızı çanta da içine taş parçaları doldurulmuşçasına şişkindi.”
Dikkat edilirse pehlivan zenci kadın ile teyzemiz aynı şapkayı takmaktadırlar. Yazar kendine has ironi anlayışı ile pek soylu olmakla övünen Julian’ın annesini patavatsız zenci kadın ile ‘ortak zevklere sahip olduklarını göstererek’ buluşturur. Aslında daha fazlasını da yapar. Bir anlamda ikiniz de aynı sınıftasınız, bir bakıma birbirinizin eşisiniz, der kahramanlarına.
Öykünün sonuna yaklaşırken Julian’ın annesi gözümüzde sevimli, kendi halinde bir kadına dönüşür. Bir karakter yaratırken onun birbiri ile tutarsız ve zıt sayılabilecek özelliklerini göstermek onu zayıflatmaz aksine daha ‘gerçek’ yapar. Bu pek sevimli olmayan hanımefendinin şirin mi şirin bir küçük çocuğu vardır. Julian’ın annesini zencileri hiç sevmediği halde siyahi küçük çocuklara bayıldığını görürüz. Çocukların masumluğuna mı inanmaktadır? Aslında anne ideolojik olarak ırkçı değildir. Çocukluk yıllarını özlemekte, geçmişteki güzel günlere ve eski maddi konforuna artık sahip olmadığı için üzüntü duymaktadır. Değişen dünyadan şikayetçidir. Zencilerin çocukları sevimli olduğu için (ki çocuklar hep bu teyzeye göre sevimlidir) onları kendi dünyasına memnuniyetle kabul eder.
Fakat annenin çocuk sevgisini bu noktada okura hatırlatmak aslında başka, daha önemli bir amaç taşımaktadır: Yaşlı kadını okurun gözünde aklamak. Yaşlı kadının küçük çocuklara bozuk para vermek gibi ‘iyi niyetli’ huyu olduğunu tam bu sırada öğreniriz.
“Ne yazık ki annesinin yanına küçük oğlan oturdu. Siyah ya da beyaz bütün çocukları ‘cici’ kategorisine sokardı annesi, üstelik küçük zencilerin beyaz çocuklardan daha cici olduğuna inanırdı.”
Okur metni okumaya başladığında zencilere sempati beslemeye meylederken yazar bize madalyonun öbür yüzünü gösteriverir. Zenci kadın Julian’ın annesinden başından beri hazzetmemiştir. Hem bu kadın son derece sevimsiz, basbayağı kavgacıdır. Yaşlı kadının kendi çocuğu ile oyun oynamasından da son derece rahatsızdır.
“Zenci ayağa kalktı, çocuğu bulaşıcı bir hastalıktan koruyormuşçasına çekip aldı.
(…)
Çocuğun bacağına bir şamar indi. Çocuk bir çığlık attı önce sonra annesine tos vurup bacaklarını tekmelemeye koyuldu. Doğru dur, dedi kadın öfkeyle.
(…)
Kadın oğlanın ellerini bir vuruşla indirdi. Saçmalama, dedi. Saçmalama da gebertmeyim seni.”
Anne dayak yediği zaman (ki absürt şiddet Flannery O’Connor’un öykülerinde bolca yer bulur) okur ikircikli duygular içinde kalır. Kimi suçlayacağını şaşırır. Kimin haklı, kimin haksız, kimin mazlum, kimin zalim olduğu konusunda bir türlü karar veremez.
Hikayenin sonunda her ne kadar zenci kadın, yaşlı teyzeye yumruk indirmiş olsa da, paniğe kapılan, suçluluk ve kedere gömülen Julian da (vicdani olarak) cezalandırmış gibidir. Metnin başından beri annesine ateş püsküren hep Julian olmuştur. Annesinin aldığı darbeden sonra yaralanıp yaralanmadığını sormak aklına gelmez. Hatta aksine annesini hiç olmadığı kadar azarlar.
“Annesi bacaklarını kaldırıma uzatmıştı, şapkası kucağındaydı. Julian çömelip onun yüzüne baktı. Bomboş bir yüz. Hak ettiğin cezayı buldun dedi, hadi kalk bakalım.
(…)
Julian sinirlendiğini gizlemeye çalışmadı. Umarım, dedi bu olaydan gereken dersi almışsındır.”
Julian annesine söylenmeye devam eder. Onun bu empati yoksunluğu annesine inme indiğini fark ettiğinde vicdan azabına dönüşecektir:
“Bekle, burada bekle, diye haykıran Julian yardım bulmak için ta uzaklarda gördüğü ışık kümesine kadar koşmaya başladı. (…) Karanlık dalgası sanki geriye, annesine doğru sürüklüyordu onu, suçluluk ve keder dünyasına girişini her an biraz daha erteleyerek.”
Bu ilginç metin okura bir çok şey söylemektedir aslında. Irkçılık bir anda alevlenebildiği gibi kolayca sönümlenebilir de. Zalim ile mazlum şartlar uygun olduğunda hemen yer değiştirebilirler. Toplum aydınları anlamakta yetersiz olduğu kadar aydınlar da toplumu anlamakta, halktan insanlarla iletişim kurmakta yetersizdirler. Değişime karşı durmak akıntıya karşı boşa kürek çekmekten farksızdır!
KİM KİMİNLE NEREDE ÇATIŞIYOR?
Dikkat edilirse metin boyunca hemen herkesin çatışma halinde olduğu görülür. Julian’ın annesi yaşadığı dönem ile barışık değildir. Değişen toplumla (özellikle zencilerle) çatışma halindedir. Julian ise hem annesi ile hem toplumla hem de kendisi ile çatışmaktadır.
Öyküde gerilim zenciler otobüse bindikçe artar. Ama gerilim sona doğru daha da şiddetlenir. Anne, zenci çocuğa bozuk para vermek gibi iyi niyetli bir eylemde bulunmaya kalkıştığı sırada ironik olarak şiddet ve gerilim de en üst noktaya tırmanır. Julian’ın anneyi uyarması aklında yaklaşan tehlikeye karşı okuru uyarma amacını taşır:
“Dur, diye fısıldadı annesi, küçüğe bir beş sentlik vereceğim.
Sakın, dedi Julian dişlerinin arasından. Sakın yapma!”
Metindeki şiddet şüphesiz okuru şaşırtmayı, sarsmayı amaçlamaktadır. İlk fiske anneye vurulmuş gibi dursa da ikincisi kesinlikle Julian içindir. Yazar aydına dönüp adeta “aptal olma” demektedir. Hayat senin sandığın gibi toz pembe değil. Hayatı yaşamadan sadece gazete ve kitap okuyarak öğrenemezsin!
Tebrik ederim. Çok güzel bir inceleme yazısıydı.