Kara bir kedi gibi gece. Sadece mırıltılarını duyuyorum peşim sıra gelenlerin. Birazdan apartmana girdiğimde hepsini geride bırakacağım. Elimi çantamın içine daldırıp anahtarlığımı ararken kapının aralık olduğunu fark ediyorum.
Aralık kapıya doğru giderken… Bir avuç kalemi cebine… Hep terli elleri, vıcık vıcık… Bayat balık kokusu… Kapı aralığında her şey. İçerisi. Dışarısı. Giden, kalan. Her şey bitecek. Eşiği geçen kim, kalan kim. Bilen kim, unutan kim. Bunu hep istediğini, hep bu anı beklediğini bilecek, yazmayacak, yazacak, bilmeyecek.
Anahtarlığı, ucundaki nazar boncuğundan yakalamış çantamdan çıkarırken otomat söndü. Uzun koridordaki tek ışık asansörün camından sızıyor. Duvarda hafifçe parlayan elektrik düğmesi kırık… Bir düğme daha olmalı! Yoksa otomat mıydı o. Şimdi anlarım. Düğme yok! İleri geri yürüyorum. Yok! Eşyaların hepsini tek elime toplayıp, diğerini havaya kaldırıp sallıyorum. Yok, yok, yanmıyor! Anahtarlık fırlıyor elimden. Yere çömelip bir elimle çevremdeki her santimetreyi tarıyorum, diğeriyle de eşyalarımı sıkı sıkıya tutmaya çalışıyorum. Sonunda! Elime değen taşın soğukluğuna metalinki de ekleniyor.
Asansörün ışığına koşuyorum. Hiçbir otomatın beni algılamaması korkumu daha da arttırıyor. Asansörde yüreğim hızlı hızlı çarpmaya devam ediyor. On ikinci kata geldiğimde kapının açılmasıyla bir an için aydınlanan koridor yeniden karanlığa bürünüyor. Avazım çıktığı kadar “Anne, anne,” diye bağırarak koşup kapıyı yumrukluyorum. Karanlık benim değil, kızımın karanlığı. Öyle anlattı bana.
Ellerimi balkon demirine değdirir değdirmez geri çekiyorum. Soğuğu içimde keskin bir bıçak gibi hissettim. Derinde ta derinde artık kendinden haber vermeyen bir yerlerde titreyen ağır kelebeğe memelerimdeki ince sızı eşlik ederken uykuma geri döndüm. Çarşafın tenime değen kıvrımlarında hissettiğim üşümenin tam tersi bir yangının eşlik ettiği görüntüler akın etmeye başladı belleğime. Bacaklarımın arasından süzülen kırmızı siyah sıvı birkaç damladan sonra kesilecekti. Gözlerim kapalı, kadifemsi ılıklığın tuhaf keyfini sürüyordum. Birden keskin bir yanık kokusu kapladı ortalığı. Merakla gözlerimi açtığımda gördüklerime inanamadım. Kırmızı siyah sıvı ayaklarımın dibinde göllenmişti. Benden uzaklaştıkça ayrık otu köklerine dönüşüyor, durmadan ilerliyor, büyüyor ve genişliyordu. Ayrık otları değdiği her yeri, her şeyi önce kor aleve sonra da kömüre çeviriyordu. Her şey eriyor, çöküyor, yıkılıyordu. Evin alt katına inmişti bile. Etrafta hiç duman olmaması ilginç… Alt kattaki kapının bir kısmını da yakıp daha da büyüyüp hızlanarak akmaya devam etti. Koşup balkondan dışarıya baktım. Birkaç gündür keyifli zaman geçirdiğimiz bu küçük dağ köyünde ayrık otlarının erişmediği tek bir bina kalmamıştı. Hepsi kömürleşip yıkılmıştı. Tüm köy siyah bir taş kütleydi artık. Derinde bir yerlerde soğuk bir metalin dansını hissettim.
Uyandığım rüyanın uykusundan uyanıyorum tekrar. Nöbetçiymişim o gece. Mutfak tezgahının arkasından bara geçerken ortalığın karanlık olduğunu görüp elektrik panosuna gidiyorum. Bir sürü düğme, şalter, nereye ait olduklarına ilişkin hiçbir ipucu içermeden gelişi güzel panoya yerleştirilmiş. Koridorun ışığını açmam gerekiyor. Her birini tek tek indiriyorum. Odalar, odalar, odalar… Yatağın üzerindeki beyaz bir çarşafın üzeri kanlı. Sadece yatak değil, her şeyin üzerinde beyaz örtüler var ve her örtünün üzerinde biraz kan. Bir kadın ve bir erkeğin bedenlerinin parçaları etrafa serpiştirilmiş. Her şey, her şey kanlı… Kadın hızla kaldırıyor başını. Tek tek toplayıp parçalarını, beline örtülerden birini sarıyor. Parçalarını toplayıp birleştirdiği erkek çıkıp gidiyor kapıdan. Artık odada sadece kadın ve kanlı beyaz örtüler var. Her bir eşyanın üzerindeki örtüyü alıp odanın ortasındaki bakır çamaşır leğeninde yıkıyor. Kar beyazı olan örtüleri gerdiği iplere asıyor. Her yeri iplere asılmış beyaz çarşaflar kaplıyor. Lekesiz; pırıl pırıl, bembeyaz çarşaflar. Bir film sahnesini anımsıyor Roma’da. Gülümsüyor. Odasına geri dönüyor. Plastik çiçekler koyuyor kalemliğe, beyaz dantel örtüler seriyor komodinin üstüne. Aynanın karşısına geçip yüzündeki yorgun gülümsemeyi, o çok beğenilen, sessiz sakin duruşuyla değiştiriyor. Gidip yatağın kenarına ilişiyor. Taştan bir büst şimdi, streç bir filme sarılmış. Öncesiz ve sonrasız, tertemiz…
Kaç yıl oldu bu rüyayı göreli. Günlerin yavaş, yılların çabuk geçtiği ömrümde bir anımsayamadıklarım var, bir de aklımdan hiç çıkaramadıklarım. Ama onları bile birbirine karıştırıyorum artık. Anımsadığım kadarını yeniden sıralıyor ve böyle olduğuna inanıyorum; unuttuklarım anımsadıklarımdan çok. Dün gece yeni bir rüya görmesem diğer rüyayı bu kadar net anımsamazdım belki de. Doktora anlatırken ağlamıştım, akan gözyaşlarımın da her şeyi yakıp kül edeceğinden korkarak. Kendime ait her şeyin, o kadının, o kız çocuğunun sahip olduğu her şeyin dünyayı kirlettiği, yakıp küllettiği, kendini yok ettiği inancıyla… Münker ve Nekir, annem, ablam, öğretmenim, her halim. Yapamam, demiştim. Ben bile yapamam bunu. Sonra ne oldu? Son günlerde hep bunu düşündüm. Sonra ne oldu? Bilmiyorum şimdi.