ANDREY PLATONOV – İNEK ÖYKÜ İNCELEMESİ‘nin devamı olarak okumanızı tavsiye ederiz 🙂
Platonov’un anısına,
Sabahları Eşrefiler Caddesi’ne çıkar, servise yetişmek için hızlı hızlı Temenyeri Parkı’na kadar yürürdüm. Yolun iki tarafındaki Rum evleri dikkatimi çekerdi. Pencereleri kırık, kara kapıları daima kapalıydı. Küskündüler, terk edilmişlerdi. Ancak evlerin bahçesindeki dut ile incir ağaçları şaşılacak kadar sağlıklıydı. Koyu yeşil yaprakları gürdü, sıktı; boyları neredeyse evin çatısına varıyordu. Ağaçları izlerken hepimizden bilge olabileceklerini düşünürüm. Hayatın meşakkati ile yorulmaz, kendilerini tüketmezler. Sessizce, keyifle kabuklarının içinde, kendi dünyalarında yaşarlar.
Parka vardığımda servis ya kıl payı kaçmış ya da (şayet şansım varsa) durmuş beni bekliyor olurdu. Hep zor uyanır, yataktan dokuz yaşındaki oğlumun yanağımı okşaması ile kalkardım. O bana benzememiş. Uykuyu, düş görmeyi benim kadar sevmiyor.
Okula hep annesi ile birlikte gitti. Evden çıkarken bazen asabi bazen küs ama hep telaşlıydılar. Ben oğlumu hiç çantasını taşıyarak, elinden tutarak sınıfına kadar bırakmadım. Sen işe git, derdi karım. Kovdurma kendini. Bari o işi becer.
Caddenin genişleyip Temenyeri Parkı’na kavuştuğu meydanda kaldırım kenarına park etmiş beyaz bir taşıt olurdu. Lada Niva. Yaz kış, sabah akşam hiç yerinden kıpırdamazdı. Şasesi yüksek arazi aracıydı ama binek otomobillere de benziyordu. Gösterişsiz küçük farları, kaba saba görüntüsü vardı. Kaportasındaki boyalar güneşten ve nemden göz göz kabarmıştı. Fundalıkları, zeytin tarlalarını rahatça tırmanabilecek lastikleri kalındı. Evet eskiydiler ama hala dişleri derindi. Lada bu bakımsız haliyle bile gelip geçenlerin dikkatini çekiyordu. Kaldırımda yürüyenler, hatta bazen kadınlar bu tuhaf, eğreti aracı görmek için yollarını değiştiriyorlardı. Lada’nın kapısına yaklaşıp cama ellerini dayıyorlar, içeri bakıyorlardı. Fakat torpido gözünden aşağı sarkan kablolar, koltuğun lime lime olmuş kılıfı, gelişigüzel tutkalla yapıştırılmış aynanın yamuk görüntüsü ürkütücüydü misafirler için. Başlarını hemen çevirip gerisin geri uzaklaşıyorlardı.
Serçeler, hatta bazen güvercinler de aracın üzerine konarlar, yolunu şaşırmış karıncaları, küçük böcekleri kursaklarına indirirken kaputa pislerlerdi. Bazen mahallenin çocuklarını da Lada’nın etrafında oyun oynarlarken yakalıyordum. Bagaja takılı olan merdivene tırmanıp arabanın tepesindeki demir sepete çıkıyorlardı. İnsinler diye bağırıyordum çocuklara. Onları korkutup kaçırıyordum.
Sonbaharda lodos esti mi yerde ne varsa havalandırır, Lada’nın kaportasına, tozlu camlarına fırlatırdı. Yağmurlar yağar, tozlar çamura dönüşür, çöpler Lada’nın ızgaralarını tıkardı. Aracın sileceklerini kaldırır, altındaki çürümüş yaprakları, ızgarayı temizlerdim.
Hafızam beni yanıltmıyorsa aylardan Nisan’dı. Servis minibüsünden inmiş yürüyerek eve dönüyordum. Karşı kaldırımdan gelen üç adam dikkatimi çekti. Onları daha önce görmemiştim. İçlerinden mavi montlu olan kot pantolonunun cebinden anahtar çıkarıp Lada’nın kapısını açtı. Kontağı çevirip motoru çalıştırmayı denedi. Lada’nın farlarında güçsüz sarı bir ışık belirdi. Beraberinde ‘tııırrt’ diye bir ses. Motor çalışmadı. İkinci deneme. Yine yok.
Meraklanıp yanlarına vardım. Neden çalışmadığını tartışıyorlardı. Akü müydü, marş dinamosu mu yoksa marş kablosu mu? Bana da sordular. Anlamam, dedim. O zaman yardım et dediler, itelim birlikte.
Yolcu tarafının camlarını açtılar. Elimi dikiz aynasının yanından içeri soktum. Kapı kenarından ben de ittim. Biraz hızlanınca bıraktık. Lada tökezledi, sarsıldı. Motordan sancılı bir uğultu yükseldi. Çalışıyordu. Bana el ettiler. Piknik ya da kamp yapmaya gidecekler diye düşündüm. Oysa hiçbirinde sırt çantası yoktu. Pınarbaşı caddesini takip edip dağ yoluna bağlanabilirlerdi. Fakat meydandan geri döndüler. İpekçilik caddesine yöneldiler. Üzerine sis çökmüş şehre doğru. Tıpkı her gün bindiğim servis minibüsünün yaptığı gibi.
Bu üç kişi kimdi? Arabanın sahibi ya da bir yakını mıydılar? Neden şimdiye kadar arayıp sormamışlardı? Onu yeni mi satın almışlardı, yoksa basit birer hırsız mıydılar? Bu soruların yanıtını hiçbir zaman öğrenemedim.
Her zamanki gibi yine işe gidip geldim. Ama Lada artık yoktu.
…………………..
Hala aynı mahallede oturuyorum ama o eski evde değil. Çatı katında bir göz odam bir de mutfağım var. Tavanım alçak, duvarlarım da kışın nemli; bununla birlikte manzarayı izlemek, uzaklara bakmak bana iyi hissettiriyor.
Bu sabah sobayı yakmaya üşendim, üzerime kazak ve palto giyip öyle kahvaltıya oturdum. Acı zeytin ezmesi biraz da biber salçası sürdüm ekmeğime. Fakat ekmek bayattı. Bıçak değince parçalanıyor, ufalanıp dağılıyordu. Kırıntıların bir kısmı masaya, bir kısmı da kucağıma, oradan yere döküldü.
Mutfak penceremden parka baktım. Hava açıktı. Gözüme beyaz bir araba ilişir gibi oldu. Tam Lada’nın park ettiği yerdeydi. Kahvaltı masasını olduğu gibi bırakıp dışarı çıktım.
Temenyeri Parkı’na indiğimde etrafta kimsecikler yoktu. Evet, yanılmamıştım. İşte oradaydı Lada Niva. Kaldırım kenarında, selvi ağacının altındaydı. Sanki hiç yerinden kıpırdamamıştı. Tekerlekleri aynı asfalta basıyor, ön yüzü yine Uludağ’a bakıyordu. Çam ormanlarına.
Yolcu kapısına, çamurluğa geniş, kahve tonunda bir leke yayılmıştı. Yanına varıp yakından baktım. Boydan boya tampona kadar macun çekilmişti. Şehir içinde kaza yapmış olmalıydı. Darbe aldığı yer düzeltilmişti ancak boyanmadan bırakılmıştı. Macuna, hasarlı yere elimle dokundum. Gelişigüzel sürülmüştü. Saçın üzerinde gözenekler, delikler kalmış olabilirdi. Macun aşınırsa soğuk hava Lada’nın içine sızardı. Aracı baştan inceledim, tamponda, kaportada hasar yoktu.
Ancak farlarına dikkatle bakınca altlarında çamur biriktiğini gördüm. Farların üstünde, ortasında değil sadece altında. İlk defa böyle bir şeye tanık oluyordum. Tuhaftı. Çamurun bir kısmı taşmış, tampona doğru süzülmüştü. Cebimden beyaz bir mendil çıkardım. Farlardan süzülen çamuru sildim.
gündelik olayların anlarını kendine has bir dille anlatıyorsun. Tebrikler
Diğer yazılarınız gibi bu öykünüz de çok etkileyici. Kutluyorum.