Nisan ayının sonuna doğru yağan belli belirsiz yağmurlar, Ro’nun içinde bulunduğu durumu daha da karmaşık hale getiriyordu. Uçsuz bucaksız sarı tarlalara açılan penceresinden umutsuz bir şekilde dışarı bakıp iç çekmek, bu oda, bu ev, tarlalarda biten yabani otlar, tarlalarda biten yararlı otlar, yukarıdaki gökyüzü, taşlar, kumlar ve çakıllar, susmak bilmeyen böceklerin sesleri, hareket eden bulutlar… Bütün bu kaosun içinde oturup orada durmak gözlerinin gördüğü, kulaklarının işittiği her şeye büyük bir saygısızlıkmış gibi geliyordu.
Sanki bunca zaman olsa da olmasa da fark etmezdi. Toprağın yanında bir adı yoktu, herhangi bir yıldıza uzak, aya ise anlayabildiği kadar yakındı. Hayatta olduğundan emindi. Çünkü düştüğü durum bütün kütlesiyle aklına oturmuş, kendini bağıra bağıra belli ediyordu. Çözmesi gereken problemini bir kenara koyup sıradan bir nefes bile alamıyordu. Nereye gitse peşinde, hangi kıyafeti giyse cebindeydi. Derin bir iç çekti, saçlarını geriye savurdu. Bir sigara daha yakıp tek nefeste yarısına kadar içti. Paylaşmalıyım diye geçirdi içinden, hem iki akıldan güzel ne var. Aklından bir liste yapmaya başladı hemen. Önce Luna’yla paylaşacağım, o bilir. Bilmese de susar ve dinler. Belki bütün olanları kendi kulaklarım sesli bir şekilde duyarsa farklı bir şeyler düşünebilirim. Bir saniyeliğine de olsa heyecanlanıp o halde sesli bir şekilde kendime söyleyeyim dese de aklından, hemen başka biriyle konuşunca ancak gerçek konuşma olduğunu anladı. Luna’ya söylemeliyim. Nasıl söylenir, nasıl anlatılır ki bu durum diye düşündü. Yüzünün tamamı kızardı. Şimdi duyguların sırası değil, hem Luna hiçbir şeyi yargılamaz ki. Luna’yı dünyayı anlamaya başladığından beri tanırdı. Ve ona benzer biriyle bir daha hiç tanışmamıştı.
Luna güzel gözleri, parlak teni, yüzünün ortasındaki kusursuz burnuyla bir tanrıça gibi gezerdi ortalıkta. Güzelliğini ilk fark ettiğinde birkaç yıl o rüyayla yaşamıştı. Ardından ‘Kendimi sonu olmayan bir uçurumdan sürekli düşüyor gibi, boşlukta, havada hissediyorum. Lanet olası uçurumun dibine çarpsam da bütün bedenim paramparçaolsa, ben artık olmasam.’ demişti bir kez. Onun için yapılacak bir şey yoktu. Bunu Luna da biliyordu ve bu gerçek, bedenini kavurup duruyordu. Bu hüzün içinde yaşayıp giderken hayatın sıradanlığını boynuna sarılmış ve hiç bırakmayan iki el gibi hissediyordu. Konuşmak, bir şeyler anlatmak onun için manasızdı artık. Luna hayata karşı ilgisini kaybettikten sonra susmaya başlamıştı. Yanına giden herkes de o ne kadar susuyorsa o kadar konuşuyorlardı. Birileri konuşurken başını sallamaktan öteye gitmez, hiçbir yorumda veya paylaşımda bulunmazdı. Ro, Luna’yla konuşmaktan çekinirdi. Onu daha fazla bunaltmak, kullanmak istemezdi. Fakat Luna ona sen olduğunda biraz olsun çıkabiliyorum kendi aklımdan demişti. Ro’dan rahatsız olmazdı. Mutlaka olanları Luna’ya anlatmalıydı.
***
Ro kararını verdiğinden beri yerinde duramamıştı. Heyecandan titreyen elleri ile dolaptan bir etek, bir bluz kapıp üstüne geçirmişti. Çıkmadan önce mutfağa uğrayıp Luna’nın sevdiği ekmekleri bir çantaya koyup, yanına da bir şişe kırmızı şarap yerleştirmişti. Hızlı bir şekilde köydeki diğer evler gibi olan ahşap evinin ahşap kapısını çekmiş, bahçeden üç dört tane papatya koparıp yola koyulmuştu. Luna’nın eviyle kendi evinin arasında sadece iki ev vardı. Yürürken, hafifçe yeryüzüne inen su damlalarının toprakta ve otlarda bıraktığı kokuyu içine çekti. Bütün vücuduna sıcak bir his yayıldı ve tam o anda düşünceler tekrar zihnine hücum etti. ‘MUTLU OLAMAZSIN, SORUNUMUZ VAR.’ Çaresizce başını öne eğip adımlarını hızlandırarak Luna’nın kapısının önüne geldi. Kapıyı üç kez tıklattı. Bu aralarında bir şifreydi çünkü Luna, bazen kimseyle konuşmak, kimseyi görmek istemezdi. Ro heyecanlı bir şekilde kapının önünde beklerken içeriden kaba saba sesler duydu. Sanki bir şeyler devrilmişti veya birisi bir şeylere vuruyor gibiydi. Ro ne olduğunu anlamaya çalışırken kapı bir anda hızla açıldı. Luna, kapının eşiğinde saçı başı darmadağın, elleri kolları çizikler içinde dikiliyordu. Ro merakla:
- İyi misin? diye sordu.
Luna gözlerini devirip:
- Bıktım Ro, anlıyor musun bıktım. Sana daha nasıl anlatabilirim bilmiyorum ama tükendim. Bu iş buraya kadarmış, diye histerik bir şekilde haykırdı.
- Dur içeri gireyim, kapının önünde bağırıp durma.
Ro, Luna’nın elinden tutup onu çiçek dolu salonuna götürdü. Çiçeklerin bir kısmı yerde, bir kısmı güzel vazolarda duruyordu. Ro içinden bu zavallıları kurtarabildim en azından, biraz daha geç gelseydim çiçek yaprakları dolu bir zeminde bulacaktım kendimi heralde diye geçirdi. Lunayı omuzlarından tutup turuncu renkli, rahat koltuğa oturttu.
- Az sonra seni dinleyeceğim. Bak sana ekmek getirdim, biraz da papatya. Ve şu an çok ihtiyaç duyduğunu düşündüğüm bir şişe şarap.
Luna gözlerini Ro’nun elindekilere dikip:
- Torbanda kesik bir cam parçası yoksa gerisi işime yaramaz. dedi.
Ro, Luna’nın başına bir öpücük kondurup:
- Bekle, hemen geliyorum. dedi.
Ro bembeyaz mutfağa doğru girerken, her zamanki şeyler olamaz diye geçirdi içinden. Bu sefer durum farklı. Daha önce hiçbir yerini çizmemişti. İyi ki gelmişim, biraz daha geç kalsaydım olacakları düşünmek bile istemiyorum, diye düşündü. Luna’nın bembeyaz mutfağında şarabı açıp ekmekler için iki servis tabağı aldı, tabağın içine kendi tarlalarından gelen birer salkım üzüm ve yine kendi yaptıkları peyniri nizami bir şekilde yerleştirdi. Hepsini bir tepsiye koyup hızlı bir şekilde Luna’nın yanına geri geldi. Luna sinirli bir şekilde sigara içiyordu. Ro’nun elindeki kadehi alıp bir dikişte hepsini bitirdi. Gözlerini kapatıp:
- Bu da yavaş yavaş yapacağına şu işi hemen bitirse ya.
- Hangi işi?
- İşte öldürme, yok etme gibi işleri.
Ro hafifçe gülümseyip,
- Luna, ne oldu? diye sordu.
Luna omuz silkip:
- Hiçbir şey.
- Nasıl hiçbir şey? Yani sen normalde günlerini, saatlerini bu şekilde mi geçiriyorsun?
- Artık evet, artık böyle.
- Birisi mi canını sıktı?
- Benim canımı hiçbir insanoğlu sıkamaz. Biliyorsun. Ben kendimi sıktığım kadar sıkıyorum zaten bir de insanlara hoş geldiniz, aptalca sözlerinizi dilediğiniz kadar sarf edip sabahımın içine sıçabilirsiniz diyemeyeceğim. İnsanlar, aptallar, çöp tenekeleri. Sana bir şey söyleyeyim mi Ro, insan olmak hiç akıl karı bir iş değil.
Ro, Luna’nın çok uzun süredir bu denli uzun konuştuğuna şahit olmamıştı. Bir şeyler ters gidiyordu. Endişelendiğini belli etmeden:
- Kediler mi yine? diye sordu.
- Yok yok o işi hallettim. Artık kavga etmiyorlar. Karşıma aldım konuştum, saçmalamayın ütfen dedim, hep birlikte şu evde huzurla yaşayalım.
Bir an duraksayıp,
- Huzurla, diye iç çekti.
Ro, Luna’nın ona canı istediğinde cevap vereceğini anladı hatta belki hiçbir şey bile söylemezdi. Luna için üzülmeyi uzun zaman önce bırakmıştı. Ona üzülmek acıma hissini beraberinde getiriyordu. Sanki kendisini Luna’dan daha yüksek bir yere koymuş gibi hissettiriyordu ve bu his çok yanlış geliyordu. Sadece bazen onun için gerçekten endişelense de yapabileceği bir şeyin olmadığını kendine hatırlatıyordu. Ayağa kalkıp Luna’nın yanına oturdu. Saçlarını düzeltti, ellerini öptü. Luna:
- Seni çok özledim, en son iki gün önce gördüm seni, yanında şu diyarsızlardan biri vardı. Adını unuttum şimdi. Diyarsız diyoruz da buradan hiç ayrılmıyor gibi. Burası onun diyarı olmuş gibi. E vazgeçsin işte madem, gelsin otursun burada. Tarlalardan birisini ekip biçip toplaması için ona verelim. Ne olacak. Kim o adı neydi?
- Gerare, herhalde birisine tutuldu buralardan. Ama ne diyarsızlıktan vazgeçebiliyor ne de ondan. Bizim peynirlerden koydum azığına, bayıla bayıla yiyor. Birkaç tane de çiçek iliştirdim artık o her kimse ona versin diye. Diyarsızları bilirsin, çiçekleri alıp yerler, başka bir anlam taşımaz onlar için. O gün onu anlatıyordum işte ona.
- Adı neydi, bir sürü gereksiz bilgi verdin. Banane bütün bunlardan. Sanane hatta.
- Haklısın, haklısın da yine de…
- Haklıysam bu konuşma başlığını kapatalım.
- Peki kapatalım, ne konuşmak istersin, ellerinden bahsedelim mi?
- Nesi varmış ellerimin, biraz derimin altında neler olup bittiğini merak ettim hepsi bu. Bana imalarla gelme, hiç hoşlanmam biliyorsun.
- Ben sana bir bardak daha şarap getireyim.
Ro mutfağa doğru giderken ona bunu yapamam diye düşündü. Şu haliyle bir de oturup kendi kafamdaki bütün karmaşayı koyamam önüne. Bugün bir geçsin, belki aklıma başka birisi gelir. Bugün böyle geçsin. Ne zamandır benimle zaten bütün olanlar, şu anda beklemek zorundayım, her ne kadar artık mecalim kalmamış gibi hissetsem de…
Salona geri döndüğünde, Luna yine elindeki bardağı alıp bir çırpıda kafasına dikti.
- Bu ne şimdi? Üzümü hem içiyoruz hem de yiyoruz. Ne diye koydun bu salkımları buraya?
- Ben böyle seviyorum canım, istemiyorsan yeme.
İkisi de susup salondaki büyük pencereden dışarıyı izlemeye koyuldular. Luna’nın penceresi Ro’nunkinden çok daha büyüktü. Evin neredeyse bir duvarı tamamen pencereydi. Köyün tamamı, tarlalar, çiçek bahçeleri, kurtların otlakları ve kurtların hepsi buradan net bir şekilde görünüyordu. Güneş batmak üzereydi, etraf turuncu ve sarının farklı tonlarında oynayan ışıklarla dolmuştu ve her yer çok sessizdi. Ro’nun köyü hep sessiz olurdu, insanlar yüksek sesle konuşmaz, şenliklerde bile buna çok dikkat ederlerdi. Köylerinden çıkan en yüksek ses kurt sürülerinin ulumaları olurdu. Kurtlar, buraların sahipleri, bu köyün içindeki insanları kendi sürülerine katmışlardı. Sadece avlanmaya çıktıklarında yanlarına insan almazlar onun dışında hep buralarda dolaşıp buralarda doğururlardı. Herhangi bir yaz akşamı ateşin başında otururken her an bir kurt gelip yanınıza kıvrılabilirdi. Bazen gözleriyle konuşurlar bazen de insanlara benzer sesler çıkarırlardı. Birbirleri arasında insanları bölmüşlerdi ve her üç insana bir kurt düşmüştü. Ro ve Luna’nın kurtları birbirlerinden farklı olsalar da sanki ikisinin arasındaki arkadaşlığı bilirlermiş gibi ikisine de aynı davranırlardı. Evlere girmekten hoşlanmasalar da bir dişi kurt doğum yapacağında başında durduğu üç insandan birinin evine girer, yavrularına orada bakar ardından çekip giderdi. Ro kendisini seçen kurda heybetli görünüşünden dolayı Koca ismini koymuştu. Koca, ismini biliyordu ama ona seslendiklerinde hiç umurunda olmazdı. Luna ona gelen kurda Ay ismini koymuştu. Koca ve Ay geride kalan bütün kurtların liderleriydi ve Ro ikisinin de bu işten nefret ettikleri üzerine yemin edebilirdi.
- Ay’ı en son ne zaman gördün? diye sordu Luna sessizliği bozarak.
- Dün müydü, dündü sanırım, Koca’yı benim bahçeden almaya geldi. Sonra birlikte ormana doğru gittiler. Neden sordun?
- Dündür. Dün mutfakta peynir yapıyordum, bu iki salak kedi de tezgahta durmuş ağızları sulana sulana beni izliyorlardı. Kapıyı açık bırakmıştım, Ay içeri girmiş. Mutfağa geldiğinde benim kediler zavallı Ay’a öyle bir saldırdılar ki hayvanın gözünü çıkaracaklar sandım. Manyak bunlar Ro, hepimizin efendisi olmuşlar. O koskoca Ay viyaklaya viyaklaya dışarı koştu. Reziller.
Luna’nın kedileri odanın diğer tarafında bilmem kaçıncı uykularından hafifçe uyanıp Luna’ya doğru baktı. Ro:
- Bunlara isimlerinden çok reziller diye hitap ediyorsun değil mi?
- Sanırım öyle, beni bunlar delirtti biliyorsun. Gelin buraya gelin, gelin de sizi biraz seveyim arsız itler sizi. Minik bebekler, ölürüm size, rezil köpekler sizi, gel bakayım.
İki kedi de yerlerinden hafifçe doğrulup gerindikten sonra söylene söylene Luna’nın kucağına yerleşti. Luna ikisini de öpüp koklarken:
- Sen niye geldin Ro?
Ro bir anda bütün gerçekliğini iliklerine kadar hissetti. Az önce ilk defa uzaklaşmıştı oradan, az önce ilk defa geçmişti sanki yorgunluğu.
- Seni görmeye, ne biçim soru bu şimdi?, dedi.
- Ro seni kendimi bildim bileli tanırım, sen artık bensin. Yüzündeki o ifade ne? Omuzlarındaki bu sıkılmışlık ne?
- Sana öyle geldi, herhalde bu aralar uykum tersleşti ondandır.
- Pekala öyle olsun, demek konuşmak için zamana ihtiyacın var. Ben uyuyacağım şarap biraz çarptı gibi. Gel öpeyim.
Luna, Ro’ya küçük bir öpücük kondurduktan sonra ağır adımlarla ve iki kedisiyle birlikte içerideki odaya doğru gitti. Ro yine tek başına, yine bütün zihniyle orada çaresizce hareket etmeden durdu ve gözlerinden damlayan bir kaç damla yaşa müsaade etti. Gün bitmiş artık geceye dönmüştü. Ro oturduğu yerden kalkıp dışarı çıktı ve evine doğru ilerledi.