Ne yaptı etti şu domuz yine gündemimize giriverdi. Onun kusurlarını, yaşam tarzını konuşur olduk. Çamurda debelenme, dışkı ile beslenmeden de beter bir hadise var ki insanın tüylerini diken diken ediyor: Eşini kıskanmama hadisesi. Filleri kinci, katırı inatçı, eşeği uysal bilirdik. Ne acı ki domuz da listeye ekleniyor, sıfatını söylemeyelim.
Şimdi hayvanları bir kenara bırakıp kendimize dönelim. Eşini kıskanmak, ona sahip çıkmayı, göz kulak olmayı akla getiriyor şüphesiz. Göz kulak olmayı ihmal edip, sahip çıkmadığınız şeyi ise kolayca kaybedebilirsiniz. Sonuç: Erkeğin korkulu rüyası, kadınsızlık. Kadın yoksa aşk da yok demektir. Ama bir ortaya çıkıp bir kayboldu mu, işte o aşk acısı, en fenası!
Uşaklıgil’in YKY’den çıkan “Sanata Dair” yazılarını okurken Mehmet Rauf’a rast geldim. Rauf “aşk acısına iptila muharrirlerden.” Tevfik Fikret’in küçük halası ile evleniyor. Evli olduğu dönemde pek meşhur “Eylül“’ü yazıyor ki bu yapıt Türk edebiyatında ilk psikolojik roman kabul ediliyor. Başından birden fazla evlilik geçiyor yazarımızın. Ancak aşktan da bir türlü uzak kalmayı başaramıyor. Kendine Alfred de Musset’i örnek alıyor, Fransız yazarın şu meşhur çapkınlık anıları ile dolu “Bir Zamane Çocuğunun İtirafları” elinden düşmüyor.
Tuhaf adam Mehmet Rauf. Aşık olduğu kadınları en yakın dostları olan Cahit Sıtkı Tarancı ve Uşaklıgil’den saklıyor. Mutsuz, depresif, intihara meyilli. İntihar girişiminde bulunacağı bir gün adresi, mekanı, saati önceden arkadaşlarına mektup ile bildiriyor. Cahit Sıtkı ile Halit Ziya Uşaklıgil koşa koşa evine gidip onu kurtarıyorlar.
Ne var ki bu intihar girişimi de onu “akıllandırmıyor”. Şöyle diyor Uşaklıgil onun için:
“O tarihten sonra hayat onun için bir nekbet(talihsizlik) ve musibet silsilesi oldu. Ada’dan ayrıldı. Yeniden didinmek, geçinebilmek için bol bol yazı yetiştirmek lazım geldi. Görüyordum ki onda günden güne çöken bir şeyler var, hayatın zorluklarına karşı kuvvetlerinin bir izmihlal, (çökme/yıkılma) bir iflas manzarasını fark etmemek mümkün değildi. Refikasından, kızından ayrıldı. Ayrılamadığı bir iptila vardı. Aşk iptilası…”
Uşaklıgil yazısında Mehmet Rauf’un ölüm döşeğindeki anlarını da betimler ki en az Eylül romanı kadar dramatiktir. Yazar son günlerinde hem işitmez hem de göremez haldedir. O, yatakta yatarken yanında bir tek karısı vardır ve her yardımına koşar. Karısı Rauf’un kulağına bağırarak arkadaşı Uşaklıgil’in geldiğini söyler. Mehmet Rauf sonunda işitir ve ölmek üzere olan adam ağlamaya başlar. Onun ağladığını görünce Uşaklıgil ve yazarın karısı da ağlarlar.
***
Gustav Aschenbach’ın “Bir Sefil” adlı öyküsünün kahramanı da karısının kıymetini bilmeyenlerdendir. Şöyle yazar Thomas Mann:
“O meşhur “Bir Sefil” hikayesi, devrin çürük psikolojizmine karşı bir tiksinti boşalması olmaktan başka nasıl yorumlanabilirdi ki? Beceriksizliğine, ahlaksızlığına, kaprislerine uyarak karısını bir yeni yetmenin kolları arasına atarak hayatına eğreti bir gösteriş veren ve ruh derinliğinden dolayı kendini alçaklıklar işlemeye yetkili sayan o lapacı ve sarsak sefil bozması, bu psikolojizmin sembolüydü.”
Elbette “Venedik’te Ölüm,” üzerine konuşacak bambaşka temaları, metaforlar, ince bir ironi eşliğinde ele alır. İşte defterimden rastgele bir sayfa açıyorum ve okurken aldığım notlar:
“Çalışma bağnazlığı”
Üzerine pek az düşünülmüş bir tema. Sahi, sanatçının bir anlamda bağnaz olması, eserine sarsılmaz bir inançla bağlanması ve onun için kim ne derse duymazdan gelip çalışması gerekmez mi?
“Nefse hakimiyet”
Sanatçı nefsine hakim olandır. Bir anlamda yaşadığını değil, yaşayamadığını anlatandır.
“İçin için yanan ateşi saf alev haline getirmek”
İçindeki çalkantılı ruh halini işleyip bu duygu durumu ile barışma ve ona şekil verme işi. Bir anlamda sanatın terapi gücünü çağrıştırıyor. Ama “saf alev” ifadesi kullanılmış. Duyguların tamamen sönümlendiği söylenemez.
“Güzellik ülkesinde egemen olmaya gücü yeten çirkinlik”
Yine çok tartışılan bir temaya kapı açılıyor. Sanat, güzeli mi anlatır, çirkini mi? Çirkini estetik kaygılarla anlatmak. Thomas Mann birkaç sayfa ilerde yaşlı bir denizciyi anlatırken tam da bunu yapacak.
“… güçsüzlüğün bu kahramanlarınkinden daha başka bir kahramanlık olabilir miydi dersiniz?” Sanatçı gücünü biraz da gerçek hayatta eylem adamı olmamasından mı alır? Şayet eylemci olsaydı, hayal dünyasında kendini var etmek için çabalamazdı. O halde onun kahramanlığı kendi hayal dünyasındadır. Tıpkı rüyamızda kahramanın biz olmamız ve rüya gördüğümüzü fark ettiğimiz an önümüzde sınırsız özgürlük alanı açılması gibi. Bu rüyalarda bilinç ve bilinçaltı aynı anda çalışır ve yazma eylemine de pek benzer.”
Thomas Mann’ın metni şüphesiz üzerine düşünecek pek çok tema barındırıyor ve bu kısacık yazıdan kova kova taşacak, yoğun, katmanlı bir metindir. En iyisi onu incelemeyi ayrı bir yazıya bırakmalı. Şimdilik bize lazım olan hayatta sahip olduğumuz ne varsa kıymetini bilmemiz gerektiğidir: Anahtarınız, cüzdanınız, arkadaşlarınız, eşiniz, kitaplarınız, hayalleriniz, anılarınız… Sizin için önemli ne varsa kıymetini bilmek, kaybetmemek. Zira aksini yapmak en büyük domuzluk olur.