1914 yılında Gian-Dinh’de doğan, Hiroşima Sevgilim (Hiroshima Mon Amour), Sevgili (L’amant) gibi başarı ile sinemaya aktarılmış eserlerin yazarı Duras, kısaca inceleyeceğimiz Ölüm Hastalığı (La Maladie de la Mort) adlı eserini 1982’de tamamlamıştır.
Eser erkeğe ve kadına hitap ederek ikinci tekil kişi (sen/siz) anlatıcı ile yazılmıştır. Metnin anlatıcısı siz ile ‘erkeğe’, o diyerek ‘kadına’ seslenir. Öykü bir kadın ile karşılaşan erkek ile başlar. Kadın ona ne istediğini sorar, erkek de otelde kendisi ile kalmasını istediğini söyler. Kadın fahişe falan değildir, adam ona rağmen kadına para vermeyi teklif eder. Kadın da kabul eder.
Duras, erkeğin cinselliğe bakışını cesurca anlatmaya girişir. İsimsiz erkek kahramanın karanlık arzularının altında temelde sevgi arayışı olduğunu bize sık sık hatırlatır:
“Denemek, belki günlerce denemek istediğinizi söylersiniz ona.
Belki haftalarca.
Belki de tüm yaşamınız boyunca.
Neyi denemek diye sorar.
Sevmeyi, dersiniz.”
Ne var ki erkeğin istediği sadece masumca sevilmek değildir, derinde daha şehvetli, karanlık arzuları da vardır. Kadından tam teslimiyet, suskunluk, boyun eğiş beklemektedir. Kadın ise kendisine teklif edilen bu oyunu oynamaya devam eder, bu kez bedelini yükselterek.
Duras, kadının sevişirken, zevk alırken bağırdığına ancak yine erkek tarafından susturulduğuna değinir.
“Bir başka akşam, dalgınlıkla ona zevk verirsiniz ve bağırır.
Bağırmamasını söylersiniz. Bir daha bağırmayacağını söyler.
Bir daha bağırmaz.
Artık sizinle hiçbir kadın hiçbir zaman bağırmayacaktır.”
Erkek neden kadını susturma eğilimindedir? Kadının daha fazla zevk almasını mı kıskanır yoksa mutluluğunu mu? Seviştiklerinin duyulmamasını neden ister? Metinde erkek hem oyun kurucu hem de ‘yasakçı’ gibidir. Duras örtülü bir dille erkeğin müdahalesini eleştirir.
“Gözlerini açar, ne mutluluk der.
Susması için elinizle ağzını kapatırsınız; ona, böyle şeyler söylenmez, dersiniz.
Gözlerini kapar, bir daha söylemeyeceğini söyler.”
Dikkat edilirse metinde erkek mutsuz, kadın hep daha iyimserdir. Bir başka örnek:
“Uyuduğu halde sizinle doludur. Bedeninden yükselen hafif ürpertiler giderek belirginleşir. Bir erkekle dolu olmanın düşlenen mutluluğu içindedir.”
Ancak erkek mutsuzluğunu kadına, (dış dünyaya da) bulaştırır. Şüphesiz bu mutsuzluğun sebebi sevgisizliktir. (Yeryüzünde erkekler mutsuz olduğu için kadınların da mutlu olamadıkları gibi bir savı yanlış hatırlamıyorsam Didem Çivici’de söylüyordu. Belki yeri geldiğinde onun kitabını da burada konuşuruz: “Vahşi Kadının Yolculuğu“). Ayrıca erkeğin arzuları içten içe kötücüldür de, kadın itaatkâr, dışarıdan gelebilecek her türlü saldırıya açık halde iken erkek buyurgan ve saldırgandır:
“Bedeni hiç savunmasızdır, tepeden tırnağa pürüzsüzdür. Boğmayı, tecavüzü, kötü muameleyi, hakareti, nefret çığlıklarını, sınırsız ve ölümcül tutkuların boşanmasını çağırmaktadır.”
Erkek için kadın hem ruhu hem bedeni ile, yabancı, anlaşılmaz, bilinemez bir varlıktır. Erkek kadına bakarak, onu izleyerek onu tanımaya, anlamaya çalışır; bu gizemi çözmeye çalıştıkça daha fazla etkisi altında kalır.
“Bu geceye kadar nasıl olup da gözlerin gördüğü, ellerin dokunduğu, bedenin dokunduğu şeylerin bilinemeyeceğini anlamıştınız. Bu bilinemezliği keşfedersiniz.”
(…)
“Sonra onu görmek için lambalar yakarsınız. Onu görmek için, onu. O hiç tanımadığınız saklı cinsel organı görmek, derinlerine çeken ve içinde tutarmış gibi görünmeden içinde tutan şeyi görmek için, onu böyle uykusuna kapanmış, uyurken görmek için.”
Öyküye de adını veren ölüm teması erkeğin yakalandığı bir hastalık olarak karşımıza çıkar. Kahramanımız ölmektedir ve cinsellik, aslında ölümü yenmenin aracıdır. Duras aynı zamanda bir kadını sevmeyi bilmeyen erkeğin de ‘ölmüş’ olduğuna vurgu yapar.
“Hiç kadın sevmediniz mi, diye sorar. Hayır, hiç, dersiniz.
Hiç bir kadın arzulamadınız mı, diye sorar. Hayır, hiç, dersiniz.
(…)
Hiçbir zaman mı? Asla mı der. Asla diye tekrarlarsınız.
Gülümser, ölüler ne tuhaf oluyor, der.”
Metinde bir de sık sık tekrarlanan kahramanların sesini duydukları ve pencereden bakınca gördükleri ‘deniz’ metaforu var. Deniz elbette pek çok şey çağrıştıyor. Bilinemezliği, içi görünemezliği, fırtınalı kimi zaman sakin oluşu ile kadını; ölümü; yaşamı; sonsuzluğu pek çok şeyi aklımıza getiriyor. Ancak bizim kahramanımız denizin hep karanlık, simsiyah olduğunu söyler. Onun maviliğini göremez.
Erkek kahramanın krizi, mutluluğu kolay yoldan (parasını ödeyip bir kadına sahip olarak) elde edebileceğini sanmasıdır. Yapamayınca o da kadın gibi sevmek ister fakat bunu beceremez. Erkek de alabildiğine içe dönüktür. Bir kadın gibi sık sık ağlar ne var ki kadını anlamayı, tanımayı beceremez, böyle bir çaba da göstermez, hüznü yine kendisine yöneliktir:
“Yalnızca kendinizeydi ağlamanız, sizi ayıran farklılığı aşarak ona kavuşmanın harikulade olanaksızlığına değil.”
Metin bittiğinde karşımızda yaşarken ölmekte olan erkeği buluruz. Başlangıçtaki gibi yalnızdır. Nitekim sevişmeleri de paylaşılan baş başa bir yolculuk değil, erkeğin kendine dönük başıboş bir gezintisidir.
“Böylece yine de bu aşkı sizin için olabilecek tek şekliyle yaşadınız, başınıza gelmeden kaybederek.”
Peki erkeğe değil de kadına seslenen benzer bir metin yazmayı biz denesek ortaya nasıl bir sonuç çıkardı, onu da ilerki yazılarımızda paylaşalım…