Orhan Pamuk, kendi ifadeleri ile “roman kuramı ve tekniği üzerine” düşünmüş, Harvard Üniversitesi’nde verdiği ders notlarını derleyip bu kitabı ortaya çıkarmış. Dilimizde yazın üzerine bu denli kapsamlı düşünen pek az yazarımız var ne yazık ki. Saf ve Düşünceli Romancı’yı okurken hem utandım, geç keşfettiğim için; hem de gururlandım, böyle bir yazarımız olduğu için! Kitabı okurken aldığım notların bazılarını paylaşıyorum:
Romanlar hayat hakkındaki temel düşüncemize seslenmeli ve bu gözle okunmalıdır.
Roman yazmak, okuyucu beklentileri ile satranç oynamak, okuyucunun beklentisini tahmin edip ona karşı çıkmak ve yaşanmış deneyim ile hayalimizdeki şeyi ustaca birleştirmek demektir.
Romanları aslında gerçeklik ile hayal gücünü birbirine karıştırdığı için okuyoruz.
Romanları diğer anlatılardan, uzun hikâyelerden, eski destanlardan ayıran şey geride merkezleri oluşudur.
Yaşadığımız deneyimlerin özgünlüğü ve başka insanların benzer deneyimleri ile örtüşmesi bir romanı anlamamızın ve ondan zevk almamızın temelini oluşturur.
Anna Karenina’nın gece treninde hissettikleri bizim yaşadığımız bir şeylere hem bizi büyüleyecek kadar benzer hem farklıdır. Hayattan gelen bu ayrıntılar ancak yaşayarak deneyimlenebileceği için aslında Anna Karenina’nın üzerinden Tolstoy’un bize kendi hayat deneyimini anlattığını aklımızın bir köşesinde tutarız.
Hiçbir romanda yazarı sürekli unutmak mümkün değildir. Roman okumanın temel zevklerinden biri kendi hayatımız ile başkalarının hayatını kıyaslamaktır.
Hayatı ciddiye almayı gençliğimde romanları ciddiye alarak öğrendim.
İnsanlarda romanlarda gösterildiği kadar karakter yoktur, aslında.
Romancı aynı anda ne kadar saf ve ne kadar düşünceli olarak yazabiliyorsa o kadar iyi yazar.
Romancılığı beni başkası olmaya zorladığı için de çok seviyorum.
Roman resme göre zamanla daha fazla ilintili resim ise mekânla daha fazla ilintilidir.
Romanlar da tıpkı resimler gibi dondurulmuş anlar gösterirler bize ama bu anlardan romanda binlerce, on binlerce vardır. Roman okumak bu anları zihnimizde resmetmek yani Hacim’e çevirmektir.
Roman okumak resme bakmaktan daha katılımcı ve bireysel bir uğraştır.
Romanın içine girmek isteriz. Giremesek bile trendeki Anna gibi (Anna Karenina’nın kahramanı) girmek için çaba gösteririz.
En bilinen Ekphrosis örneği Homeros’un İlyada’sındaki yeni kalkandır. Homeros kalkanı öyle bir anlatır ki kalkanın kendisinden daha önemli bir edebi metne dönüşür.
Goethe’nin edebi yeteneği aslında görsel değil kelimeseldir.
Tolstoy Anna Karenina’nın duygularını anlatmak yerine bu duyguları hissetmemizi sağlayan resimler çizer bize.
Büyük romancıların ressam gibi olma azminde, ressam gibi yazamama pişmanlığında benim için anlaşılmayacak hiçbir şey yok.
Kutsal kitap başlangıçta söz vardı, diye başlar. Roman sanatı ise önce resim vardı ama onu kelimelerle anlatmak gerek, der gibidir.
Hayal gücü tembel okura seslenmek isteyen yazarlar okurların kafalarında canlandırmaları gereken resmi değil, o resmi okurun kafasında canlandırınca hissedeceği duyguları, düşünceleri okura doğrudan söyleyiverirler.
Geleneksel dünyadan modern âleme roman okuya okuya geçtim. Bu ait olmam gereken cemaatten çıkıp yalnızlığa geçmek anlamına da geliyordu.
Roman okurken hayatta bulamadığımız gerçeklik duygusu hissederiz.
Acaba elinde nasıl bir roman olsaydı Anna dışardaki manzaraya, kompartımana girip çıkanlara bakmak yerine elindeki kitaba yoğunlaşabilirdi? Bunun yanıtını bilmiyoruz ama her şeye rağmen Tolstoy’a Anna’ya kitabı okutmadığı için teşekkür borçluyuz. Anna kitabı okuyamadığı için biz bugün Anna Karenina’yı okuyabiliyoruz.