Sema Kaygusuz, Türk edebiyatına beş öykü, üç roman ve bir oyun ile katkıda bulunan değerli yazarlarımızdan birisi. İlk öyküleri Varlık, Kitap-lık, Adam Öykü gibi önemli dergilerinde yayımlandı.
Hazırladığı ilk dosya; 1995’te Yaşar Nabi Nayır Gençlik Ödülü’ne, ikinci dosya ise 1996 Gençlik Kitabevi İkincilik Ödülü’ne değer bulundu. Ancak, ödül alan bu iki dosya, kitap olarak yayımlanmadı.
2016 yılında ise Barbarın Kahkahası adlı romanıyla 71. Yunus Nadi Ödülleri’nin roman dalında birinciliğe layık görüldü. Sandık Lekesi kitabı 2000 yılında yayımlandı ve aynı yıl Cevdet Kudret Edebiyat ödülü’nü aldı.
Sandık Lekesi 11 öyküden oluşuyor. Bazı yazarlar belli bir tema etrafında ilerleyen öyküleri derlerken bu kitaptaki öykülerin hepsinin tarzı birbirinden farklı. Hoşuma giden yanı, öykülerin içinde gerekli tüm unsurları barındırıyor oluşuydu. Mekân, zaman, karakterler zihnimizde canlandırabileceğimiz kadar gerçekçiydi. Olaylar her zaman net olmasa da öykülerde ne anlatılmak istendiği kolayca sezilebiliyor.
Rahat okunan, akıcı, insanı zorlamayan metinlerden oluşuyor. Basitliğinde ise gerçekten edebi bir zenginlik var. Bilinçakışı, iç monolog gibi yeni nesil teknikler pek kullanılmamış olsa da hikayelerde muazzam metaforlar var.
Engereğin Oğlu öyküsünde Güneydoğu’da olduğunu tahmin ettiğimiz bir evin avlusunda sedirde oynayan bulana bulana yoğurt yiyen bir bebeğe yaklaşan engerek var. Bunu gören anne, donup kalışı, bebeğin korkusuzca engereği yakalayıp silkip omurgasını dağıtışı ve annenin oğluna bir şey olmadığını gördüğünde o gerginlikle kendini bırakışı çok etkileyiciydi. Görünen hikayenin satır aralarında ise Azem’in elindeki engereğin ‘baba’ imgesi olduğu söyleniyor.
“Köyün minaresi yerli yerinde nasıl duruyorsa Zilver de öyle durdu. Engerek de. Sanki kadının bacakları yerin üç kat dibine uzanmıştı, sanki bütün köy omuzlarına binmiş, dağlar belini sarmıştı. Kaskatıydı. Azem yılanı kavrıyor, sallıyor, çılgın kahkahalarla gelişigüzel silkeliyor, engerekse kuyruğunu kaldırıp oğlanın boynuna dolanmıyordu. Zilver de ağlıyordu, engerek de.
….
Yılanın içindeki dizi dizi kemiklere bir ağrı uzayarak yol aldı, kasları gevşedi, gövdesi sarktı.
…
Altın bir zinciri alır gibi aldı engereği. (Zilver)
…
Kendi atasına, biricik anasına nasıl hürmet ederse işte öyle gömdü onu. Engereğin hakkını yemedi. Kim kimin canını aldı. Kim kimin canını bağışladı. Bunu en iyi Zilver biliyordu.”
Kadın Sesleri öyküsünde, A hanım ile B hanım olarak adlandırdığı iki kadının telefon konuşmaları, en ilginç hikayelerde biriydi. Metin ilerledikçe Ay hanım ve Be hanım olmaları. Sonra Ayş hanım ve Ber hanım…. Metinin ortalarında ise Ayşe ve Berna’nın aynı erkeğin karısı ve sevgilisi olduğunu öğreniyoruz. Kadınların konuşma ilerledikçe birbirlerini daha iyi anlamaları sonucu isimlerinin de belirginleşmeye başlaması çok etkileyici bir fikir.
Aşkar öyküsünde annesinin Canan’ı döve döve yıkaması; Sarı öyküsünde sarı renge dayanamayan mevtanın cenaze ziyaretine bilmeden sarı güllerle giden kadının, ölen kişinin odasında yaşadıkları… Yüreğimize mıh gibi yerleşiyor.
Kışlangıç adlı son öyküde, laboratuvar ortamında çiftleştirilen iki farklı türe ait bir kırlangıç yumurtasının ağızından anlatılan bir kısım var. Yumurtanın kendi kendini yiyip kırlangıç yavrusuna dönüşmesi, kabuğunu kırıp dünyaya açılması… Dünyadaki savaşı… Hiçbir yere uyamayışı… Bazen bizler de böyle hissetmiyor muyuz?
“Kekeleyen kısılan karmakarışık bir iç ses. İşte sonbahar geldi. Buralardan gitmek gerek, hangi yoldan, nasıl, hangi yöne? Ey bellek! Sen berraklaşmazsan elimden ne gelir? Beni sev. Beni iste. Benim için bir şey söyle. Babam güneyden gelmişti. Annem güneybatıdan. Şimdi ne ikisiyim ne de ikisinden biri.
Beni koynuna al bellek. Hangi göç yolunda o sıcak ülke? Kuzeye uçuyorum kanatlarım çekiliyor. Güneybatıya vuruyorum kendimi üstüme bir kaygı çöküyor. Gökyüzünde kendi tarihim olmalıydı. Bir kader çizgisi gibi karşıma çıkmalıydı, kırlangıç sürüsünün çatalı. Sonbahar ıslıklı rüzgarıyla kovuyor beni. Öteki kuşlar saldırıyor, yaralanıyorum. Gökyüzünü kaygan bir mavilik sanırdım, sanki dağları oyuyorum. Bellek, buyurgan sesiyle bir kırbaç gibi vuruyor sırtıma… Yapacak bir şey yok, tam ortadan ‘gidiyorum’.”
Öykülerin nakış gibi işlenen tarzı Sema Kaygusuz’un ‘feyz’ alınacak bir yazar olmasını garantiliyor. Kaygusuz; akılda kalıcı, zengin içerikli ve bir o kadar da akıcı ve kolay okunan öyküleriyle daha çok okunması gereken bir yazar.