Bir yazar düşünün kendisine mektup yazan hiç kimseyi geri çevirmiyor. Yüz yüze gördüğü görmediği birçok kişiyle arkadaş. O kadar samimi ve o kadar doğal anlatıyor ki; dinlemeyeni bile dinletiyor, okumayanı bile okutturuyor. Yazmaya başladığı günden bugüne kadar yayınlanan tam 17 kitabı var. Ben Sezgin Kaymaz’ı Bakele öykü kitabıyla tanıdım. O günden beri artık mektup arkadaşım. Lafı daha fazla uzatmadan sizi söyleşimizle baş başa bırakıyorum.
* Merhaba Sezgin Abi, öncelikle tüm dünyayı kasıp kavuran bu zorlu süreci nasıl geçiriyorsun, neler yapıyorsun? Pandemi seni ve aileni nasıl etkiledi?
Zaten evden çıkmayı, gezmeyi dolaşmayı sevmeyen bir adam olarak sürecin “Aman fazla ayak altında dolanmayın, oturun oturduğunuz yerde!” kısmı beni hiç bozmadı, hâttâ bilâkis işime geldi. Oturdum oturduğum yerde, evdeki evlâd-ı hayvanatla düşüp kalktım, elimde balta balyoz, bol bol odun kesip ilkel sporlar yaptım, mektupkardeşlerimle mektuplaştım, okudum ve keyfime göre ama bilgisayarla, ama kalem kâğıtla bolca da yazdım. Yani bu beni olumsuz etkilemedi.
Ama hiçbir yerde kalmadığı gibi bizim evde de iş bu boyutta kalmadı tabii. Temaslılıktan dolayı üç defa karantinaya girdik Hülya’yla -ki eşim olur kendisi- beraber. Güzel vakit geçirdik, bu da bizi olumsuz etkilemedi.
Olumsuz etkilendiğimiz tarafları da vardı zıkkımın. Vatandaş olarak memleketin, insan olarak dünyanın derdiyle dertlendik, kahırlandık, nereye varacak bu işin sonu diye hayıf hayıf vaka – ölüm tablolarını takip ettik, daraldık, bunaldık, endişelendik.
Bu kadarla da kalmadı.
Çok ciddi ve titiz korunduğu, aşırı dikkatli davrandığı hâlde kızımız yakalandı bu sefer hastalığa. Yerle bir oldu, duman oldu, yoğun bakımlık oldu, gitti gitti geldi, biz de o zaman zarfında öldük öldük dirildik, cehennem âzâbından fragmanlar seyrettik, korkulu rüyalar görüp kan ağladık.
Neticede bir biçimde atlatıncaya kadar dört aydan fazla zaman geçti hasta düşmesinin üzerinden, ama hâlâ oh diyemedik, çünkü virüsün yarattığı yıkımın etkilerinden kurtulabilmiş değil.
Şimdilik ehven-i şer deyip bu hâlimize de şükrediyoruz.
* Senin de dediğin gibi hızla distopik bir sona doğru gittiğimiz dünyanın şu anki durumu ile ilgili düşüncelerin, yorumun nedir?
Böbreğimizde bir sorun varsa, beynimiz, “Amaan, bana ne, böbrek neresii beyin neresi!” demez, onun da canı yanar ve durumu düzeltmeye çalışır. Dişimiz ağrısa gene aynı; “Beni hiç alâkadar etmiyor vallaha” demez diğer organlarımız, hepsinin tadı kaçar, hepsi alarma geçer. Bu, “bilinçsiz” dediğimiz vücut hücrelerinin çok bilinçli, acayip akıllı, aman da maşallah dediğimiz insanoğlundan daha bilinçli olduğunun ibretlik bir göstergesidir.
Dünyanın bugünkü hâline baktığımda, insanoğlunun, “Bana ne Brezilya’daki salgından?”, “Bana ne Afrika’daki susuzluktan?”, “Bana ne gece aç yatanlardan?”, “Bana ne Irak’taki, Suriye’deki savaşlardan, acılardan?” deyip salak salak kafasını öteye çevirdiğini görüyor ve şu sonuca varıyorum: Topyekün insanlık, henüz tek bir bağırsak hücresinin bilincine dahi erişmiş değil. Hâlâ sanıyor ki oradaki bir maraz sadece oradadır, günün birinde dönüp gelip kendisini de vuracağını, dünya denenin insanıyla hayvanıyla börtü böceğiyle suyuyla dağıyla taşıyla aslında yekvücut olduğunu, bir yeri ağrırsa her yerinin ağrıyacağını algılayamıyor.
Türküde de dediği gibi kardeşim:
İner gelir şu dağların dumanı…
Hiçbir dert, başına dert olduğu varlıkla sınırla kalmaz, yayılır, sarar, sonunda da dünyaları devirir. Dağın başında gördüğü o kara duman, bir gün bütün insanlığın tepesine iner.
Kara kara konuştuğuma bakıp eşref-i mahlûkattan ümidi kestiğimi düşünme. Tabii ki ağaç kovuğundan, mağaradan, taş devrinden, karanlık çağlardan geçip buralara erişen insanlık bir gün daha iyi yerlere de erişecektir, bunun farkındayım, ama bu epey bir zaman alacak, bunun da farkındayım.
* Edebiyatta nitelikli eserler yaratmak için dil en önemli unsurdur. Günümüzde, değişen dille birlikte nitelikli eserler oluşturabilmek için ne gibi zorluklarla karşılaşabiliriz?
Dil ihtiyaçlardan doğan canlı bir varlıktır ve tüm canlılar gibi iklimden iklime değişir, gelişir, kendini yeniden yaratır, evrimleşir. Bugünün ihtiyacı bu dildir, yarının ihtiyacı başka bir dil. Eskisi, yenisi, öz Türkçesi, öz İngilizcesi demeden bütün kelimelere (Sen istersen “sözcüklere” de) ifade, aktarım biçimlerine kucak açmak, onu sınırlamaktan, kısıtlamaktan, kalıplara sokmaya çalışmaktan uzak durmak gerekir. Yazarken “Öz Türkçe yazacağım, dilimizde olmayan kelimeleri kullanmayacağım.” diyen adam, dili değil, kendini kısıtlamış olur.
Örnek vereyim: Kalınlık incelik kuralı vardır Türkçe’de. Bir kelime kalın başlamışsa kalın devam etmek zorundadır, ince başlamışsa ince devam etmek. Hadi uygula şimdi. Ne oldu? Hepi topu yüz yirmi beş bin kelimelik anadilinin yarısını çöpe attın gitti.
İki ünsüz yan yana gelmez meselâ, bir kısmını daha at, ünlülerin bazıları peş peşe gelmez (örn: horoz yanlıştır, horuz doğru) atmaya devam et, birinci heceden sonra o ve ö harfi kullanılmaz, az daha at, Türkçe kelimelerde f, h, j, v harfleri bulunmaz, hâlâ at, hiçbir Türkçe kelime c, l, m, n, r, v, z ile başlayamaz, daha da at, iki ünlü yan yana gelmez, aileyi at, faizi at, caizi at, yeisi at, dairi at, sairi at, saadeti at, iki ünsüz de yan yana gelmez, hiddeti at, şiddeti at, muhabbeti at, maddeyi at, takkeyi at, sikkeyi at, bulabildiğin kadarını bul, atabildiğin kadarını at, ne kaldı elinde?
Ne yazacaksın sen? Nasıl yazacaksın? Nitelikli bir eseri nasıl oluşturacaksın?
Bırak dili kendi hâline. O zaman yazarsın.
* Yazmak için her oturduğunda yazabiliyor musun? Yazarken kurguda tıkandığın, zorlandığın zamanlar oluyor mu?
İşin sırrı şu: Ben hiçbir zaman “yazmak” için oturmuyorum kalemin kâğıdın başına. Eğlenmek için oturuyorum. Çok da eğleniyorum.
Kurguyla ilgili bir derdim yok, çünkü zaten kurgu diye bir derdim yok. Hayatta kurgu yapmam, yapamam. Kurgusunu yaptığım bir romanı yazmaya çalışmak, sonunda katilin kim olduğunu en baştan bildiğim bir romanı okumaya çalışmak gibi bir şey benim için. Çok sıkıcı. İşte bu yüzden çok eğleniyorum, çünkü ne yazacağımı asla bilmiyorum.
Kısacası kardeşim, tıkandığım, zorlandığım olmuyor hiç. Canım isterse yazıyorum, istemezse yazmıyorum.
* Yazarların birçoğunda sonradan farkındalık dediğimiz bir olay var. ‘Bu kitabı şu an yazıyor olsaydım bambaşka yazardım’ dediklerinden. Senin de böyle sonradan beğenmediğin, içine sinmeyen bir kitabın var mı?
Ne öyle bir romanım var ne öyle bir hikâyem; yazdığım her şey eğlendirdi beni, zaten eğlendirmeyen şeyi yazacak değildim.
Ancak, senin “sonradan farkındalık” diye adlandırdığın konu çok önemli. Buna büyük kıymet veriyorum, bence her yazarın da kıymet vermesi, geriye dönüp “Bu kitabı şu an yazsaydım nasıl yazardım?” diye kendine sorması ve her baktığında yeniden yazması lâzım. Aksi takdirde, “Üff, çok güzel yazmışım be, mükemmel yazmışım, bitti bu iş” deyip dükkânı kapatması gerekir.
O iş öyle değil. Dedik ya demin, “Dil canlı bir varlıktır, her an gelişir, değişir,” diye? İşte oradan yürümelidir bir yazar, dil değişiyorsa ifade şekilleri de değişiyordur ve ifade şekilleri değiştiğine göre okurun irfanı da değişiyordur.
Kendi adıma, “Savaş ve Barış”ı sekiz defa yeniden yazan Tolstoy’un takipçisiyim. Ben de öyle yapıyor, eskiden yazdığım her satırı, macerasına elleşmeden her fırsatta yeniden yazıyorum.
* Bir söyleşinde edebiyatın reklamı olmaz demişsin. Günümüz dünyasında attığımız her adımın bile reklamı olurken, hatta bu kadar niteliksiz eserler prim yapıyorken, neden edebiyatın reklamı olmaz?
Hâlâ öyle diyorum; edebiyatın reklamı olmaz.
Ama yazarın ve yazdığı kitabın kibarca tanıtımı olur. Sezgin Kaymaz’ı tanımıyor, bilmiyorsan ve onu hiç duymamışsan onun yazar olduğunu da duymaz, ne yazdığını bilmezsin. Yayınevlerinin bunu (tanıtımı) usûlünce, reklama kaçmadan, kibarca yapması gerekir; sorumluluk onlardadır, duyurulmadığı takdirde duymayacak olanlarda değil.
* Son soru olarak dijital ortamda yayınlanan Karnavalesk tarzı portallar hakkında ne düşünüyorsun?
Müthiş!
Tek kelimeyle söyleyecek olsam böyle söylerim.
Çok kelimeyle söyleyecek olsam şöyle: “Okumak barbarlığın sonudur!” der Dostoyevski. Karnavalesk ve benzeri portallar okuma aşkını yeniden aşılıyor insanlık ağacına, bir taraftan barbarlığın kökünü usul usul kuruturken bir taraftan da okurun duygu dünyasına göre önerilerde bulunuyor, “Şu tarzı seversen şu kitapta/yazarda, bu tarzı seversen bu kitapta/yazarda bulacaksın aradığını.” diyerek kitapların sayfalarını çeviriyor, okura ışık tutuyor.
Minnettârım. Bu işle uğraşan herkesin eline, aklına sağlık.
Sezgin Kaymaz’ın ilk kitabı olan Uzunharmanlar’da Bir Davetsiz Misafir kitap incelemesine buradan göz atabilirsiniz.
Sevcancığım senin sayende Uzun Harmanlar’da Bir Davetsiz Misafir kitabıyla geç tanıştığım ama çok sevdiğim, kitaplarının müptelası olduğum bir yazarla, bir dil ve kurgu ustasıyla çok güzel, okuması keyifli bir röportaj olmuş. Ellerine sağlık.
Bu samimi sohbete bizi de tanık ettiğin için sonsuz teşekkürler 🙂
Ve böylesine değeri daim kalacak kıymetli insanların bize zaman ayırması ayrıca heyecan veriyor…
Keyifle okudum. Kitapları gibi keyifli bir söyleşi olmuş. Teşekkürler.
Soru seçimin ve bu sorulara Sezgin Bey’in verdiği içten, sıcacık cevaplar çok keyifliydi. Böylesi güzide bir yazarla bizleri tanıştırdığın için çok teşekkür ederim.