Maupassant’ın anısına,
Not: Aşağıdaki öykü Çıngırak Ana öyküsünden uyarlamadır. Yazara saygıdan ötürü Fransızca adlar değiştirilmemiştir. Hortense ve Sigisbert bu öyküde de yer almış, bazı yeni kahramanlar eklenmiş, bazıları ise hiç anılmamıştır.
GUY DE MAUPASSANT – ÇINGIRAK ANA ÖYKÜ İNCELEMESİ
Sigisbert’in İtirafları
Benim gibi bar işletiyorsanız her şeyden önce iyi bir dinleyici olmalısınız. Fakat bu da yetmez. Hafızanızın da kuvvetli olması gerekir. İki kadeh içtikten sonra size sır vermek isteyenler, içini dökmek isteyenler çokça karşınıza çıkacaktır. Her birinin hikâyesini aklınızda tutmalısınız. Onları dikkatle dinlemezseniz anlattıklarını unutursunuz. Bunu fark ettiklerinde kendilerini önemsemediğinizi düşünürler. Sizinle bir daha dertleşmezler. Size özel hiçbir şey anlatmazlar. Hatta yanınıza uğramaz, sizi görmek istemezler. Onları kaybedersiniz.
Açıkçası işime bayılmıyorum ama müşterilerimi seviyorum. En çok da benimle dertleştikleri zaman. Sözgelimi şu kürdan ile dişlerini karıştıran Mark’tır. Mark hiç evlenmedi. Bir süredir bankalarla başı dertte. Çareyi adres kaydını kilometrelerce uzakta bir kasabaya taşımakta buldu. Canı istediğinde çalışıyor. İyi kötü elinden gelen şeyler var. Evlerde fayans döşeme ve tadilat işleri.
Taburede oturan, Nicky’ye hararetli hararetli bir şeyler anlatan ise Thomas. Karısı Linda, Thomas ile evlendikten yedi yıl sonra ilk kez hamile kaldı. Doğumdan sonra kızları ile hep Thomas ilgilendi. Onu yıkadı, trencilik oynayarak mama yedirdi, altını temizledi ve uyuttu. Kızları dokuz yaşına geldiğinde Linda Thomas’ı terk etti. Artık daha heyecanlı bir hayat istiyormuş. Nicky şu an spagetti yemek ve Thomas’ı dinlemekle meşgul. Onu hepimiz severiz. Bir sigorta acentasında satış yapar. Bireysel emeklilik, hayat sigortası gibi şeyler. Hayatın değerli olduğunu anlatır. Hayatımıza yatırım yapmamız gerektiğini. Çakırkeyif olduğunda yüksek sesle şarkı söyler, gelip bana sarılır. Ben de fırsat buldukça onu öperim. Damarına basmadığınız sürece dünya tatlısıdır.
Sigisbert geldiğinde tezgâhı siliyordum. Şaşırmıştım. Erkenciydi. Başı ile bana selam verip taburelerden birine oturdu. Alelacele evden çıkmış gibi bir hali vardı. Beyaz saçı, sakalları darmadağındı. Üzerinde o şık kol düğmeli gömleği yerine mavi eprimiş bir tişört vardı. ‘Nasıl gidiyor dostum’, diye sordum, onu bozmak istemiyordum. Yüzüme bakmadan, ‘bir şeyler içmeye geldim,’ dedi. ‘Her zamankinden veriyorum,’ dedim. Musluktan bira doldurmaya başladım. Ama o arkamdan seslendi. ‘Bu sefer daha sert bir şeyler olsun.’ Raftan aldığım viski bardağına yarıya kadar JB koydum. Bir kerede yuvarladı.
Sigisbert hemen her gece uğrardı. Ekseri buğday birası içer, kovaladığı kadınlardan bahsederdi. Hayatı boyunca rahat yaşamıştı. Aileden varlıklıydı. Tam laf ebesiydi. Konuşurken kendini dinletirdi. Hep hafif işler yaptı. Komisyonculuk, gayrimenkul ve taşıt alım satımı türü şeyler. Gösteriş için yapmayacağı yoktu. Pembe, turuncu kravatlar takar, aynı renkte kol düğmeleri iliklerdi. Genç kadınlara harcadığı paraya acımazdı. İflas ettiğinde Laura yıllardır sineye çektiği hovardalıklarını bahane ederek bizim yaşlı tilki ile evliliğini sonlandırdı. Birlikte burada tatsız bir akşam yemeği yediklerini hatırlıyorum. Üçüncü kadehi bitirdiğinde Laura birden kocasına dönüp ‘Senin hayatında benim yerim neresi,’ diye sormuştu. ‘Peşinden sürüklediğin, sana yük olan bir ayak bağından başka bir şey değilim. Sokaktan geçen herhangi bir kadın, hiç tanımadığın, yüzünü bile görmediğin herhangi bir kadın senin gözünde benden daha değerli, öyle değil mi’, demişti. Sigisbert kötü bir niyetinin olmadığını, yeni insanlar tanımayı sevdiğini söylemiş, Laura ise insanlarla tanışmanın başka, birlikte yatak odasına gitmenin başka şeyler olduğunu açıklamıştı soğukkanlılıkla. O gece Laura’yı son kez görmüştüm. Ayrıldıklarında Sigisbert’in yüklü tazminat ödediğini duydum. Yine de sıfırı tüketmedi. Sahildeki villayı Laura’ya verdi. Artık banliyöde bir apartman dairesinde kalıyor. Ama mal varlığının bir kısmını kaçırmayı başardı. Hala kira gelirleri ve beş bin motor Cherokee’si var. Zaman zaman balığa çıkığını duyuyorum. En son konuşmamızda geçen hafta sonunu uzun bir aradan sonra ilk kez oğlunun evinde geçireceğini söylemişti.
‘Pazar günü ufaklığı gördün mü’, diye sordum.
‘Dün gece onlarda kaldım’, diye yanıtladı. ‘Evde televizyonu kaldırmışlar. Akılsızlar. Çocuk olunca hayatı kendilerine zehir ettiler. Ne beyzbol maçı. Ne eğlence programı, hiçbir şey yok. Ama cin gibi bizim kerata. Yemekten sonra bana boya kalemlerini getirdi. Benden ev çizmemi istedi. Ev yaptım bir de ağaç yanına. Beğenmedi. Şimdi ben çizeyim sana, dedi. Masa çizdi bir tane çevresine insanları yerleştirdi. Bunlar kim, dedim. Annem, babam, ben. E ben neredeyim? Öyle deyince masanın yanına birini daha çizdi. Saçları uzun. O da babaannesiymiş. Hala ben yokum. Yine sordum. Bu kez gitti evin dışına bir cip çizdi. İçindeki sensin, dedi. Senin de evin burası.’
Sigisbert’i Mark, Thomas ve Nicky de tanıyordu. Sohbeti dinlemek için kalkıp yanımıza geldiler. Sigisbert iç çekti. Hala somurtuyordu. Ona neşelenmesi için bir JB daha verdim. Büyük bir yudum aldı.
‘Bu sabah birlikte kahvaltı yaptık,’ diyerek sürdürdü konuşmasını. ‘Bizimki (oğlunu kastediyordu) işe gitti. Yumurcağa dil çıkardım. Güldü. Jane corn flakes hazırlamıştı. Eve bakıcı gelecekti, o gelince Jane alışverişe çıkacaktı. Bakıcıdan da bahsetti Jane. Kamburmuş kadın; ancak çocuklarla iyi anlaşıyormuş.
Kahvaltı masası toplanınca gazetemi masaya serdim, kendime filtre kahve hazırladım. Yanına çikolata ve Berries koyup içmeye başladım. Dışarıda hava güneşliydi. Çocuklar çimenin üzerinde koşuyorlar, futbol oynuyorlardı. Mavi kazaklı bir oğlanı besbelli kötü oynadığı için kaleci yapmışlardı. Boyundan belliydi yaşının da küçük olduğu. Üzerine top ile hücum ettiklerinde burnuna gelecek darbeden korkuyor, ellerini yüzüne kavuşturuyordu. Karşı takım her seferinde sert şutlar çekerek ve topu üzerine sürerek kaleciyi korkutuyordu. Küçük kaleci her atakta gol yiyor, her hatasında takımındakiler tarafından azarlanıyordu. Bağırdıklarını el kol hareketlerinden anlayabiliyordum. Onu itip kakıyorlardı. Küçük çocuk ise kendini savunamıyordu. Sessizdi. Yalnızdı. Maç devam ediyor, yine gol yiyordu. Derken karşı sokakta bizim eve, bahçeye doğru yaklaşan birini gördüm. İki büklüm, topallayarak yürüyen bir kadın. Vücudu iki parçadan ibaretmiş gibi adım attıkça kambur sırtı yükselip alçalıyordu. Bata çıka yürüyordu. Bir balıkçı takası, bu işte bizim bakıcı, diye geçirdim içimden. Kızmıştım. Benim salak oğlum biricik torunuma baksın diye bula bula şu kötürümü bulmuştu.
Mark araya girdi. ‘Zaten şu hayatta senin kesinlikle tahammül edemeyeceğin bir şey varsa o da çirkin bir kadındır’, dedi. Mark’ın sözlerine herkes güldü. Ben de güldüm. Fakat Sigisbert gülmüyordu. Bizi artık duymuyor gibiydi. Anlatmayı sürdürdü.
‘Çocuklar top oynamayı bıraktılar. Karşılarına daha eğlenceli bir malzeme çıkmıştı. Birbirlerine kambur kadını gösteriyorlardı. Bizim eve yaklaşan bu ucubenin peşi sıra yürüyorlardı. Kimi başını yere kadar eğerek kamburunu çıkarıyor, kimi de kollarını omuzlarından iki yana savuruyor, maymun gibi uluyor, kadının yürüyüşünü taklit ediyorlardı.
Fakat topal kadın onları hiç umursamıyordu. Görmezden geliyordu. Çocuklara karşı derin bir hoşgörü beslediğini düşündüm. Hala uzaktaydı. Yüzünü açık seçik göremiyordum ancak öfkeli olmadığına eminim. Yıllardır kendisi ile alay edilmesine alışmış, kızmamayı öğrenmiş olmalıydı. Derken güruhun en arkasındaki o diğerleri gibi gülmeyen, alay etmeyen, mavi kazaklı oğlan yerden bir taş aldı. Doğruca topal kadına fırlattı. Taş kadının kambur sırtına çarptı. O zaman ilk defa durdu, başını çevirip taşı atanı aradı. Eli ile taşın değdiği yeri ovuşturdu. Besbelli canı yanmıştı. Diğer çocuklar da yerden taş alıp kadına atmaya başladılar. Aniden karşılaştığı bu saldırıya karşı o başını korumaya çalıştı. Taşların kimi kadını ıskalıyor, kimi bacağına ya da karnına isabet ediyordu. Topal kadın elinden geldiğince hızlı yürüyerek onlardan uzaklaşmaya çalıştı.
Sokaktan geçen taşıtların ikazı olmasaydı çocuklar kadının peşini kolay kolay bırakmayacaklardı. Yetişkinlerden korktular da kaldırım kenarında, çalıların arasında eski yerlerini aldılar. Küçük kaleci itiraz etmeden kalesine geçti. İsteksiz isteksiz maça devam ettiler.
Evin zili çalınca bahçe kapısını açmak için Jane dışarı çıktı. Kahvemi yarılamıştım. Mutfağın aralık kapısından salonda olan biteni duyuyordum. Kambur bakıcı hiçbir şey olmamış gibi içeri girdi, selamlaştı, ufaklık ile oynamaya başladı. Bizim yumurcak ile yerde yuvarlanıyor, arabası ile oynarken ona eşlik ediyor, at oluyor, sırtına binmesine, kulaklarını çekmesine izin veriyordu. Eğleniyorlardı. Kıkırdamalarını duyabiliyordum. Oyun bittiğinde mutfak kapısı açıldı ve o içeri girdi. Kahvaltıdan kalanları toparlamaya, lavabonun içini temizlemeye, benim kahve içtiğim masayı silmeye başladı. Dışarıda az önce gördüklerimden öyle etkilenmiştim ki yüzünü dahi görmek istemiyordum. Zavallı, ucube, kendini korumayı beceremeyen bir kadın… Çalışan olarak bile bu eve layık olamazdı. Kamburu bana tiksinti veriyordu. Görüntüsünden o kadar rahatsız olmuştum ki ona acıyamıyordum bile. Kendimi zorlayarak dikkatimi gazeteye vermeye çalıştım. Fakat o yanı başıma gelip kahvemin tazelenmesini isteyip istemediğimi sordu. O zaman yüzünü gördüm. İlk defa yüzünü yakından gördüm. Aman tanrım. Dehşete kapılmıştım. Bu gerçekten mümkün müydü? Hayır, yanılıyor olamazdım. Bu gözler… Ta kendisiydi… Hortense…
İlk aklıma gelen saklanmak oldu. Beni tanımamalıydı. Gazete kâğıdını kaldırıp arkasına gizlenmeliydim. Ama, bu yeterli değildi. Bir bahane bulup bir an önce mutfaktan dışarı çıkmalıydım. Kendimi pekâlâ sokağa atabilirdim. Evden hemen kaçacaktım, arkama bakmadan koşacaktım. Fakat yapmadım. Onun ışıltılı yüzüne, gençliğindeki gibi hala parlak, masmavi gözlerine bakarak beni tanımasını bekledim. Beni tanıyınca belki her şey daha kolay olurdu. Bana hakaret edecekti şüphesiz. Bana bunu neden yaptınız, nasıl bu kadar kötü olabilirsiniz diyerek hesap soracaktı. Önüme içtiğim kahve fincanını fırlatacak, gazetemi buruşturacaktı. Ya da çığlık atabilirdi. Bana gülebilir, yaşlılığımla, har vurup harman savurarak geçirdiğim yıllarla alay edebilirdi. Hiçbirini yapamazsa hayatına girdiğim için öfkeyle, pişmanlıkla yüzünü buruşturabilirdi. Benden tiksindiğini gösterebilirdi. Sadece sessizce ağlayabilirdi. Kapıyı usulca açıp çıkıp gidebilirdi. Yüzünde beni suçlayan her ifade yüreğime su serpecekti. Biraz avunabilecektim. Evet, sonunda o da beni tanıdı. ‘Bay Sigisbert…’ dedi… Tanrım, sesi titriyordu. O on yedi yaşındaki masum kız geri gelmişti. Gözleri nemlenmeye, yüzü kızarmaya başlamıştı. Bana hayranlıkla bakıyordu… Ah… Hortense neden benden nefret etmiyorsun? Neden beni hala severek acımı çoğaltıyorsun?‘
Sigisbert’in konuşurken sesi titriyordu. Bir an müziği açarak ortamı biraz yumuşatmak geçti aklımdan. Ama bunun uygun fikir olmadığını düşünüp vazgeçtim.
‘Kırk beş, belki elli yıl önceydi. Babam teftiş görevi için küçük bir kasabaya atanmıştı. İlk defa taşraya küçük bir çevreye giriyordum. Okulum değişmişti. Arkadaş çevrem yeniydi. Belediyenin dans kursuna yazılmıştım. Kurstakilerin çoğu kız öğrenciydi. Bana ilgi gösteriyorlardı. Dans öğretmeni Bayan Rose’un bile kısa sürede dikkatini çekmiştim. Nedendi bu ilgi? İyi dans etmiyordum. Eğlenceli biri de değildim. Teneffüslerde somurtup oturuyordum. Babam müfettiş, ailem zengin olduğu için miydi? Başkentten geldiğim için mi? Bilmiyordum. Anlamıyordum.
Hortense, Bayan Rose’un gözdesiydi. Azimle, saatlerce çalışıyordu. ‘Yüksel… Öne doğru… Arkaya doğru… Tekrar yüksel… Şimdi aşağıda…’ Dans etmeyi öyle seviyordu ki… Adeta kendinden geçiyordu. Yorulmak nedir bilmiyordu. Bir peri gibi masum, saf bir güzelliği vardı… Sarı saçları beline kadar dökülüyordu. Bacakları ince, sütun gibi düzgündü. Sadece erkekler değil, kızlar da onun güzelliğini konuşuyorlardı. Kantinde, merdivenlerde, bahçede onunla ne zaman karşılaşsam mutlaka durduruyor, sohbet edecek bir konu bulmaya çalışıyordum. Çağrımı yanıtsız bırakmıyordu. İlk günlerde ona hep iltifatlar ediyordum. Zaman geçtikçe ağzımdan her çıkanı dikkatle dinlediğini fark ettim. Kıvırcık saçın daha fazla yakıştığını söylediğimde perma çektiriyor, ojelerini beğenmediğimde ertesi gün başka renk sürüyordu. Ailesi yoksuldu. Ama o dans ederek para kazanmak, turnuvalara katılmak, dünyayı gezmek istiyordu. Bana bu kasabadan çıkma ve Paris’e yerleşme hayallerini anlatıyordu. En çok Montmarte’ı merak ediyordu. Rue St-Vincent sokağında üzüm bağlarını görmek, Sacre-Coeur’dan şehrin manzarasını izlemek, St Louis köprüsü üzerinde dans etmek istediğini söylüyordu.
Bense hayallerini paylaşmıyordum. Yürümeyi sevmiyordum. Montmarte’ın taş sokaklarından defalarca geçmiştim. Gelecek hayalleri yapmak bana göre değildi. Savruk, aklıma estiği gibi yaşamalıydım. Bunları söyleyince yüzü düşüyordu. Gözlerini eğiyor, susuyordu.
Bir öğle arası birlikte bahçeye çıkmıştık. Elini tuttum. Hoşuna gitmişti besbelli. Onunla baş başa kalmayı planlamıştım. Onu okulun üst katındaki arşiv odasına götürecektim. Önceden defalarca kolaçan etmiştim. Bu saatlerde kimse uğramıyordu. O gün çiçekli kırmızı bir elbise giymişti. Omuzları çıplaktı. Onu uzun süredir arzuluyordum. Bahçede bana yeğenin bebeğini anlattı. Ne kadar sevimli olduğunu, yürümeye başladığını… Tam hatırlamıyorum. Onu doğru düzgün dinlemiyordum bile. Çocukça şeylerden bahsediyordu. Merdivenleri çıkarken bana bu kez sorular sormaya başladı. Paris’te hiç tiyatro izleyip izlemiş miydim, hiç aşık olmuş muydum. Aslında beni daha fazla tanımak istiyordu. Bense sadece kırmızı elbisesinin altındakileri istiyordum.
Depoda kimsecikler yoktu. Ben ilk adımı nasıl atacağımı düşünürken o koca bir kolinin üzerine oturdu. Yakasından usulca iki düğme çözdü. Beni yanına çağırdı. Bu kadar çabuk teslim olmasına şaşırmıştım. O hayallerimdeki kız gitmiş, basit, değersiz bir varlık çıkmıştı karşıma. Artık beni heyecanlandırmıyordu. Zaten onu elde etmiştim. Daha fazlasını vermeliydi bana. Yüzünü iki elimin arasına almıştım tam öpmeye hazırlanıyordum ki Hortense aniden kapıyı işaret ederek, ‘bir tıkırtı duydum’ dedi. ‘Gidip bak ne olur!’
Koşarak kapıyı açtım.
‘Bu Bayan Rose!’ dedim. Koşarak Hortense’in yanına vardım. ‘Çabuk, bizi burada yakalamamalı! Okul hayatım…. Babam… Mahvolurum. İsmimiz lekelenecek… Kime ne söyleyeceğim, nasıl açıklayacağım?’
Odanın penceresi açıktı. Denizliğin üzerine tırmandı, sanki bu bir görevmiş gibi, tereddüt etmeden, gözünü bile kırpmadan sessizce aşağı atladı. Her şey bir anda oldu. Son ana kadar böyle bir şey yapacağına ihtimal vermemiştim.’
Ortalığı ölüm sessizliği kaplamıştı. Genelde barda herkes daha keyifli hikâyeler dinlemek ister. Bir şeyler söylemek istedim; fakat kimseden ses çıkmıyordu. Sigisbert’in yüzü kıpkırmızıydı.
‘Bana sevgisini göstermesini istemiştim,’ dedi. ‘Beni sevdiğine inanmak istemiştim; zira böyle birini sevebileceğine inanmıyordum. Çünkü sevilecek biri değildim.’
Nicky onu teselli etmek için kolunu boynuna doladı.
‘Benden uzak dur, dedi Sigisbert. ‘Ben aşağılık biriyim.’
Mark, önündeki kadehi doldurmam için bana işaret ederek, ‘hepsi şu Bayan Rose yüzünden’, dedi. ‘Sahi’, diye sordu Nicky. ‘Bayan Rose içeri girdi mi, ona ne oldu?’
Sigisbert başını kaldırdı. Zor duyulur bir sesle, ‘bomboştu’, dedi.
Hiçbir şey anlamamıştık. Birbirimize baktık. Sigisbert sözlerini tekrarladı.
‘Koridor bomboştu.’