Küçük odanın içinde dolaşan dev karasineğin vızıltısı sinirini epeyce bozmuştu. Üstüne çöken rehavet kalkıp bu sorunu çözmesinin önündeki en büyük engeldi. Rahatsızlık tahammül edilemez boyuta ulaştığında ayağa kalktı ve kitaplıktaki dergilerden birini eline alıp onu bir sinek silahı haline getirdi. Düşmanı takip etmeye başladı. Lambanın etrafında dönüyordu en sinir bozucu haliyle. Silahını sallayarak hedefi saldırısı için uygun bir zemine gitmeye zorladı. Dev sinek odanın içinde birkaç tur attıktan sonra perdeye kondu. İlk denemesini burada yaptı. Ancak hareketli zemin başarısına engel oldu. Düşman yeniden daireler çizmeye başladı ve nihayet doğru noktaya, kitaplığın üstüne kondu. Son derece dikkatli bir şekilde yaklaşıp nişan aldı. Hızlı ve sert bir darbeyle hedefi imha etti. Sineğin içinden çıkan sarı irine benzeyen sıvı ve parçalanmış organları kitaplığın üzerine yayıldı. Düşmanı ölse de bir şekilde onu rahatsız etmeye devam ediyordu işte. Şimdi de bu pisliği temizlemesi gerekiyordu. Gidip bir ıslak mendil buldu. Toz bezleri ve suyla uğraşmak bir pazar günü aktivitesi olamazdı sonuçta. Elindeki mendille pisliği temizlerken ölen düşmanıyla empati kurdu. Ölüm tüm canlılar içindi ne de olsa. Belki kendisinin ölümü de böyle parçalanarak olacaktı. Oysaki şimdiye kadar hep romantik, dramatik bir ölüm hayal etmişti. Böyle ölmek. Bu hiç yoktu aklında. Peki ölmek fikri gerçekten var mıydı?
Neden ölmek zorundayım? Doğmuş olmanın laneti. Peki ya ölmek zorunda olmayanlar. Şu kitaplıkta bulunan kitaplardaki karakterler. Onlar neden ölmek zorunda. Zavallı küçük Nemechek. Birkaç ilaç içip zatürreyi atlatamaz mıydı yani? Ya da Ned Stark kafası kesilmeseydi, uzak diyarlara gitseydi. Bizim hayalimizde hep bilinmeyen diyarlarda gezseydi. Şu yazarları anlamak zor iş, ne diye bu kadar severler mutsuz sonları. Yoksa insanlar mı severler mutsuz sonları da o yüzden mi yazarlar yazıyorlar bunları. Ben yazsam bir roman ve kahramanım çıksa yolculuğuna, birbirinden kötü düşmanlarıyla karşılaşıp hepsini yense ama öldürmese. Yenilen kötü iyilerin tarafına geçip kötülükten vazgeçse, hatalarından ders alsa da ölmese, masallardaki gibi sonsuza dek mutlu yaşasalar.
Elindeki mendille işi bittiğinde mendili götürüp mutfaktaki çöpe attı. Çöp ağzına kadar dolmuş, çay pislikleri ve birkaç sigara izmariti dolabın içine düşmüştü. Dinlenmeyi seçtiği bir gün için son derece can sıkıcı bu görüntü keyfini kaçırdı. Çöp poşetini kutusundan çıkartırken bir patates kabuğu üzerindeki çay artığıyla yere düştü. Yerdeki beyaz fayans ve arasındaki beyaz derze çay suyu aktı. Gözlerini yumup kendini sakinleştirmeye çalıştı. Banyoya gidip bir tahta bezi aldı ve çeşmenin altında ıslattı. Deterjan ve ıslak bezle mutfağa geri döndü. Yerdeki pisliği temizleyip bezi bırakmak için banyoya gittiğinde çamaşırlığın içinde birikmiş çamaşırları gördü. Yıkanmaları gerek. Makineyi çalıştırdı. Mutfaktaki çöpü başka bir poşetin içine koyup sokak kapısının önüne çıkardı. Geri dönüp çöp kutusunun içine yeni bir poşet geçirdi. Kalkmışken bir kahve yapayım dedi ve bir fincan kahve hazırladı. Hiç kimse onun sevdiği kahveyi onun kadar güzel yapamazdı. Kahvesini alıp koltuğuna geri döndü. Kahve, bir parça çikolata ve sigara, daha güzel ne olabilir ki dinlenmek için ayrılmış bir pazar sabahında. Televizyondaki magazin programını boş gözlerle izlerken kahvesinin keyfini çıkardı.
Her güzel şey gibi kahvesi de bitti, şimdi ne yapacaktı. Televizyonu kapatıp eline bir kitap aldı. Bu kitabı alalı bir seneden fazla olmuştu. Ne zaman eline alıp okumaya başlasa, ilk 20-30 sayfayı okuyor sonra yine bırakıyordu. Bu kitabın üzerine yirmiye yakın kitap okumuştu. Sanki bu kitapta bir lanet vardı ve okunmak istemiyordu. Ama onun inadının önünde kim durabilmişti ki şimdiye kadar. Bu kitap alınmıştı ve okunmak zorundaydı. Bu artık bir onur meselesiydi. Son derece kararlı bir şekilde kitabı açıp okumaya başladı. Daha önce okuduğu ilk 30 sayfayı hızla gözden geçirip diğer sayfalara yöneldi. 30 sayfa daha okudu. Yine içine bir sıkıntı çöktü. Kitabı kapatıp kendine bir bardak su aldı. Su içmek hep işe yaramıştı şimdiye kadar. Su hayattı. Elinde su bardağıyla tekrar okumaya başladı. Evet 10 sayfa daha gitti. Son 217 sayfa. Başaracağım bunu da.
İçtiği çay, kahve ve su mesanesini germişti ve onu banyoya gitmeye zorluyordu. Oysa banyoya gittiğinde başına neler geleceğini biliyordu. Daha fazla dayanamayıp ayağa kalktı. İçindeki düşmanı şehrin kanalizasyonuna gönderdi. Ellerini itinayla yıkadı. Kafasını çevirdi ve korkusuyla yüzleşti. Makine bitmişti. İçindeki çamaşırlar asılmalıydı. Ama onları asabilmek için önce kurutma askısındaki kurumuş çamaşırları toplaması gerekiyordu. Çamaşırları makinden çıkardı. Askıdaki çamaşırları toplayıp katladı sonra ıslak olanları astı. Yumuşatıcının kokusu bu görevin ödülü olarak tüm evi sardı. Artık kitabını okuyabilirdi. Kitabını yeniden eline aldı ama karnı acıkmıştı. Bir karasinek yüzünden bir sürü iş yapmak zorunda kalmıştı. Dinleneceği vakit elinden alınmıştı. Onun sineğin yaşayacağı vakti elinden aldığı gibi. Bu onun diyeti miydi? Yoksa zamanın akışı mı böyleydi? Hep sebep sonuç bağlantısı mı vardı? Kelebek etkisi gerçekten geçerli miydi? O sineği öldürmek için yerinden kalkmamış olsa belki koltukta uzanırken uyuya kalacak ve dinlenmiş olarak uyanıp yemek yiyecekti. Peki, olmamış olanın olması ihtimalinin olası sonuçları üzerinde durmak ne kadar doğruydu? Sinek geldi, uçtu, öldü. Akşam oldu gün döndü.
Beğendim
Çok teşekkür ederim.
“Bir karasinek yüzünden bir sürü iş yapmak zorunda kalmıştı. Dinleneceği vakit elinden alınmıştı. Onun sineğin yaşayacağı vakti elinden aldığı gibi.”
Tüm bu döngüyü, öyle güzel ve gerçekçi ayrıntılarla anlatmışsın ki… Bir pazar günü artık asla sinek öldürmem. 🙂
Beğenmene çok sevindim. Öldürmeden önce bir kez daha düşünmek lazım 🤭