Karanlık bir boşluktayım ve buraya nasıl geldiğimi bilmiyorum. Geçmişim yok, hiçbir şey anımsamıyorum. İçinde bulunduğum karanlık maddeleşerek bedenimi ve dahası tüm varlığımı sarıyor. Kendinden gelen ve kendini yaratan bir karanlık bu… Bana öncesi ve sonrası olmayan bütünün bir parçasıymışım gibi hissettiriyor. Öyle ki onun içinde olmak bana huzur ve dinginlik veriyor.
Dipsiz bir okyanusta bir su damlasıyım belki. Ama kurak bir çölde bir kum tanesi değilim asla. Öyle bir yerde hayat filizlenemez. Kurak çöllerde insanı boğan kum fırtınaları, sanrılar yaratarak çılgınlığa sürükleyen sıcaklar ve öldüren susuzluktan başka bir şey yoktur. Ölüm sadece bir kurtuluştur. Burada ise ölümü hatırlatan bir şey yok. Aksine içime doğru akarak tüm bedenime yayılan ve beni yaşama arzusu ile dolduran bir şey var. Kim olduğumu hatırlamaya çalışıyorum ama tüm çabalarım faydasız. Ne zamandır buradayım? Belki aylar belki yıllardır. Kendi varlığımın farkına vardığım andan beri buradayım, fakat burada zaman kavramı yok.
Ölçülü bir şekilde vuran, tıpkı mekanik bir saatin kusursuz işleyişine benzeyen bir şeyi hissedebiliyorum. Bu bilinmez şeyin yaydığı titreşimi hissediyor olmam hayatta olduğumu kanıtlar mı? Tahmin yürütmeye çalışıyorum. Bu bir saat ya da bir makine olamaz çünkü onu kulaklarımla duymuyorum. Bir saatin çalışması gibi küçük zaman aralıklarında oluşan ritmik bir hareket yalnızca…
Siz de bilirsiniz ki tabiattaki bütün hareketler mekanik prensiplerine göre gerçekleşir. Zemberek yayının kurulması ile oluşan güç, dişli ve çark sistemini harekete geçirir. İleri geri sabit hızda sallanan pandül mekanizması akrep ve yelkovanı tetikler. Böylece insanoğlu zamanı ölçebilir. Böyle bir mekanizma yaratabilmek için iyi bir el becerisi, çeşitli alet edevat ile temel fizik bilgisi gereklidir. Elbette farklı bir prensiple çalışan ilkel kum saatlerini de unutmamak gerekir. Ancak kum saatleri zamanı ölçmek için değil belirli bir sürenin başlangıç ve bitişini ölçmek için kullanılır.
Belki de içinde bulunduğum durumda bir kum saati benim işime daha çok yarar. Ancak kum saati aynı mekânda olan ve onu bir ölçü aleti olarak kabul eden insanlar için ölçü olabilir. Başka bir mekânda başka bir kum saatini çeviren kişi ile diğer kişinin aynı zaman dilimi içerisinde olduğunu söyleyemeyiz. Bu durumda benim algıladığım zaman ile sizlerin algıladığı zaman aynı olamaz. Bazı düşünürlerin iddia ettiği gibi zaman sadece altında yıkanan insanları değiştiren bir şelale değil, hem maddenin ötesinde hem de onun içinde varlığını sürdüren ve bizi çepeçevre saran bir okyanus gibidir belki de. Bilemiyorum…
Zaman üzerine düşündükçe her şey daha karmaşık bir hal alıyor. Zaman kavramının mevcut fakat kavrayışımın çok ötesinde olduğuna inanmak en doğrusu. Ben zaten saatin hareketi zaman ölçümü olarak sunan bir düzenekten çok daha fazlası olduğunu düşünürüm hep. İnsanlar saat ya da zaman kavramı üzerine pek kafa yormazlar oysa. Kimileri ise zamanın da bir ruhu olduğunu iddia eder. Varlık ve zaman birbiriyle yakından ilişkilidir. Bu düşünceler uzun zamandır kafamı kurcalıyor.
Düşünüyorum o halde varım. Bir de vücudumu hareket ettirebilsem, hatta sadece gözlerimi açabilsem, buna bile razıyım. Her şey gizemli bir bilmece gibi. Bu bilmecenin birçok parçası da etrafa yayılmış durumda ancak bir türlü parçaları bir araya getiremiyorum. Kendimi zorlayıp hatırlamaya çalışıyorum.
Geçmişten anımsayabildiğim sadece rüyalar, mitler ve masallar. Hepsi birleşerek hikâyeleri oluşturuyor. Bu hikâyeler tıpkı yeni doğan bir ceylan yavrusunun daha önce hiç karşılaşmadığı bir yırtıcı hayvanın varlığını hissettiğinde, içgüdüsel olarak korkup güvenli bir yer araması ya da bir örümceğin ağ, bir arının bal yapmayı bilmesi gibi varoluşumuzla birlikte doğal bir şekilde ortak bilincimize ve genetik kodumuza işlenmiş hikâyeler. Sanki hepimiz bu hikâyelerle doğduk.
Mesela bu hikâyelerin birinde tüm ruhların yaratıldığı ebedî âlemde Yaratıcı ile bir anlaşma yapılmış. Yaratıcı: “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” diye sorduğunda ruhlar hep beraber bunu kabul etmiş ve “Sen bizim Rabbimizsin.” demişler. Sonra verdikleri bu sözü unutmuşlar. Bu hikâyede insanoğlu unutmaya yazgılıymış.
“Dinle!” diye başlayan başka bir hikâyede ise sazlıktan koparılan bir kamışa kızgın bir şiş ile delikler açılarak nefes üflenmiş. Ayrılık acılarının anlatıldığı bir hikâyeymiş bu da. Artık hiç kimse böyle hikâyeler dinlemek istemiyor.
Size nasıl bir hikâye anlatmalı? Toprağa düşüp filizlenen bir tohumun hikâyesi oldukça ilginçtir mesela. Fırına atılan hamurun yavaş yavaş fırında pişerek ekmek olma hikâyesi kadar değil tabii. Peki, kelebeğe dönüşen tırtılın hikâyesini bilir misiniz? Kendi göğe doğru büyürken kökleri yerin dibine doğru büyüyen bir ağaç hikâyesi de anlatabilirim isterseniz. Bakın şimdi aklıma geldi de istiridyenin içindeki inci hikâyesi de çok güzel bir hikâyedir. Ya da en iyisi ben size daha karanlık bir hikâye anlatayım.
Mesela, umutsuz bir adam varmış bu hikâyede. Tüm inandığı şeyler menziline ulaşan bir taşın camdan bir evi paramparça ettiği gibi yıkılmış. Adam için o ev tanrının evi miymiş? Kim bilir. Bu adam yaşadığı hayal kırıklığı ile kendisine verilen kutsal görevi yapmaktan vazgeçmiş. Daha doğrusu vazgeçebileceğini sanmış. Çünkü yapmak zorunda olduğu şeylerden ne kadar kaçmak istese de kaçamayacağını henüz bilmiyormuş. Onun hikâyesinde insanların kaderini önceden belirleyen bir tanrı varmış ve bu tanrı asla zar atmazmış. Adam, ayın gökyüzünü bir fener gibi aydınlattığı bir gece bir gemiye binmiş ve bir yolculuğa çıkmış.
Böyle hikâyeler bize o kadar tanıdık gelir ki, insanlar sanki böyle hikâyelerle doğmuştur. Ben bu hikâyeyi nereden hatırlıyorum? Yoksa rüyamda mı görmüştüm? Rüyamda, denize açılan bir gemi azgın dalgalar arasında bir ceviz kabuğu gibi sallanıyordu. Sanki dünyanın tüm rüzgârları ilahi bir gücün etkisiyle oraya doğru esiyordu. Deniz kaynayan bir su gibiydi. Tayfalar, ellerinde tahta kovalarla gemiye dolan suları boşaltırken, kaptanın dalgalar kadar gür sesiyle kendilerine gelmiş, kaptan fırtına böyle devam ederse yelkenlerin çatırdayarak ikiye ayrılacağını, su almaya devam eden geminin yavaş yavaş batacağını haykırmıştı. Gemidekilerin yüzünden taşıdıkları günahın ağırlığı ve çaresizlikleri okunuyordu.
Hayır, hayır rüya değil bu. Ben o gemideydim. Tüm olanları kendi gözlerimle gördüm. Kaptan, gemideki tayfaların ve yolcuların, her birimizin yüzüne tek tek bakmıştı. Sanki uyuyan suları içimizden bir uğursuz uyandırmış gibi… Hangimizin yüzünden ne anlamlar çıkardı, söyleyemem. Geniş kanatları ve alacalı tüyleriyle alçaktan uçan bir albatros kuşunun gölgesini görmek için, ben de kaptanın gözlerine baktım, ama o gözlerde sadece kendimi gördüm. Kendimi, bir yük gibi taşıdığım günahı ve kaderinden vazgeçen bir adama tanrının ne kadar zalim olabileceğini. Kaptan gemide uğursuz bir kişi olduğunu, aramızda çöp çekeceğimizi ve en kısa çöpü çekenin denize atılacağını söylemişti. En kısa çöpü hangimiz çekmiştik? Ben mi? Bu içinde bulunduğum durumu açıklayabilir belki. Eğer en kısa çöpü ben çektiysem denize atılmış olmalıyım. Şimdi de suyun içinde süzülüyorum ancak burası daha durağan ve daha karanlık. Yıldızsız bir gecede denizin altı bu kadar karanlık olabilir tabii. Öyle gecelerde denize yakın olmak bile insanı ürpertir. Bazen tekinsiz ve huzursuz bir yerdir deniz. Benim bulunduğum yer ise tam tersine rahat ve korunaklı. Sıcaklığını hissedebiliyorum. Fakat sessiz, kendi kalp atışınızı duyabileceğiniz kadar. Hikâyeyi anlattıkça bulmacanın parçaları da yerine oturuyor. Evet, kimse dinlemiyor olsa da devam etmeliyim anlatmaya. Bunun için de önce hatırlamalıyım.
Sanıyorum ki hikâyenin sonunu hatırladım, evet bu rüya değil bir hikâyeydi. Kadim zamanlarda tanrının verdiği görevi yapmaya artık devam edemeyeceğini acı içinde fark eden ve her şeyden, inandığı tanrıdan bile kaçmak için bir gemiye binip yolculuğa çıkan bir adamın hikâyesi. Fırtına geldiğinde, kaptan gemideki uğursuzu tespit etmeyi doğanın kutsal düzenine bırakıp herkese farklı boylarda kırılmış çöplerden çektirmişti. En kısa çöpü çeken bu adam, ilahi bir gücün çizdiği kadere boyun eğerek denize atılmış ve denizde bir balina tarafından yutulmuştu. Bu büyük su canlısının karnında üç gün geçirdikten sonra tanrıya yalvarmış, dualar etmişti. Sonunda bir mucize gerçekleşmiş, tanrı tarafından affedilen bu adam, balinanın karnından hiç zarar görmeden yolculuğa başladığı yerde kıyıya çıkmış, yarım kalan görevini tamamlamak için birlikte yaşadığı insanların arasına dönmüştü.
Artık hiç şüphem kalmadığını söyleyebilirim, evet sizin de tahmin edebileceğiniz gibi bu hikâyedeki adam benim. İçinde olduğum durumun zaten başka bir izahı olamaz. Öyleyse yapmam gereken şeyi de biliyorum. Bu yolculuğun başladığı yerde bitmesi için tanrıya dua edip yalvarıyorum.
Şimdi size bunları anlatırken tanrı dualarımı kabul etmiş olmalı, çünkü o küçük mucize gerçekleşmeye başladı. Baş aşağı bir hareket hissediyorum, yavaşça dar bir geçitten geçerken bir el başımı kavrayıp beni hafifçe dışarı doğru çekiyor ve tek eliyle iki ayağımdan tutup baş aşağı sallandırıyor. Kaba etime çarpan sert bir tokat darbesiyle kendime geliyorum. Avazım çıktığı kadar bağırıp ağlamaya başlıyorum. Sevinç gözyaşları. Göbek bağım ustaca kesilip, yumuşak bedenim kalın kumaştan temiz bir örtüyle sarıldıktan sonra annemin sıcak kucağına bırakılırken düşünüyorum. Bazı hikâyeler vardır, daha önce hiç duymamış olsak bile içten içe bildiğimiz, bize tanıdık gelen hikâyeler. Sanki bu hikâyelerle doğmuşuzdur. Bu hikâyelerde bazen mucizeler de olabilir. Hem her bebeğin dünyaya gelişi, başlı başına bir mucize değil midir?