İncelemeler Kültür

URSULA K. LE GUIN, TAOCULUK ve MİNİMALİZM IŞIĞINDA MÜKEMMEL GÜNLER (PERFECT DAYS)

Etyen Mahçupyan’ın sosyal medyada rastladığım söyleşileri animizm üzerineydi: Devlet öncesi toplumlarda yerel inançlar. Çok tanrıcılık. Canlı ve cansız nesnelerin, hayvanların, ağaçların hatta derelerin, ormanların, dağların ruhu olduğuna inanmak. Mahçupyan, bu inançların doğa ile bütünlük oluşturduklarını söylüyor; insanın kendini doğadan ayrı değil doğanın bir parçası hissettiği devletler öncesi hiyerarşik yapının olmadığı ilkel dönemlere işaret ediyordu.

Notos’un Nisan 2024 sayısında Ursula K. Le Guin kendisi ile yapılan söyleşide benzer şeyler söylüyordu. Taoculuk’tan, tanrının her yerde ve her şeyde olduğundan, hiyerarşik yapının olmadığı kapitalizm karşıtı, eşitlikçi bir yaşam felsefesine inandığından bahsediyordu. Le Guin’in kendi notları ile yayımlanan Lao Tzu’nun Tao Te Ching’i dönüp okuduğumda minimalizmden, doğu inançlarından ve bizden de pek çok şey buldum. Kitaptan hoşuma giden bazı dizeler:

“iyilik etmek, iyi çalışmak, iddiasız olmak

                  Kutsanmaya giden yoldur.”

 

                  “yapmamayı yaptığınızda

                  Her şey yerli yerindedir.”

 

                  “o yüzden istekten arınmış ruh

                  Gizli olanı görür.

                  Hep isteyen ruh ise

                  Yalnız istediğini”

Lao Tzu

Lao Tzu

Gösteriş karşıtı, basit yaşam uzun yıllar Anadolu topraklarında karşılık bulmuştur. Gerek Antik Çağ gerek İslam felsefesinde “azda çokluk olduğu” ilkesinin benimsendiğini, sık sık hatırlatıldığını görüyoruz. Bugün konu hakkında sohbet ederken bir arkadaşımın bana anımsattığı bir örnek ise “Bursa Kadısı Mahmut Hüdayi”. Üftade’nin yanına öğrenci olarak gittiğinde hocası kendisine buranın yokluk kapısı olduğunu ancak kendisinin varlık sahibi olduğunu ve içeri giremeyeceğini söyler. Bunun üzerine Mahmut Hüdai kadılığı bırakır, üzerinde kaftan olduğu halde Bursa sokaklarında ciğer satmaya başlar. Her gün üç adet ciğeri de hocası Üftade’ye götürür. Mahmut Hüdayi’nin malı mülkünü terk ederek manevi hayata yüzünü dönmesi bütün malından mülkünden vazgeçerek evinden ve eşinden ayrılan Tolstoy’u anımsatır.

Wim WendersPerfect Days” filmini izlerken ise okuyup öğrendiklerim zihnimde daha da berraklaştı. Film yüksek ağaçların yaprakları, arkasında güneş ışığı görüntüleri ile başlıyor. Kahramanımız tuvalet temizlikçisi. Üzerindeki iş kıyafetinde yazıların İngilizce olması seyirciye filmin meselesi hakkında ipucu veriyor. Film içinde birçok meseleyi barındırıyor. Metaforlarla dolu bir film ve içindeki metaforlar da birden fazla anlama geliyor.

Kahramanımız Hirayama (ki adını ancak filmin ortasında öğreniyoruz) her şeyden önce basit bir yaşam sürüyor ve bu basit hayatından, pek çok kimsenin ağız burun kıvırdığı mesleğinden keyif alıyor. İyilik timsali. Her şeyden önce kendisi ile barışık. Parkta kaybolan bir çocuk tuvalet kabinine saklandığında onu bulup annesine teslim ediyor; kadından teşekkür dahi almadığı halde çocuğu huzurla annesine teslim ettiği için keyifle gülümseyebiliyor.

Ancak içtiği Boss (ing. patron) marka kahve onun (ve Japon insanının) Amerikan yaşam tarzını benimsediğini seyirciye düşündürüyor. Filmde Amerikan yaşam tarzını bize tanıştıran başka bir metafor ise Skytree (Gökyüzü Ağacı) adındaki gökdelen. Ağaç metaforu filmde sıklıkla karşımıza çıkarken ve bize geçmiş, yaşam döngüsü, canlılara hayat verme, ev sahipliği yapma, heybet, yerellik, aidiyet gibi kavramları çağrıştırırken bu gökdelen, yükselme arzusunu, yerel ile uyumsuz olma halini, kapitalizmi, şatafatı, ABD hegemonyasını, betonlaşmayı, yıkımı (biyolojik, sosyal, kültürel) çağrıştırıyor.

Filmin müzikleri The Animals, Patti Smith, Rolling Stones gibi 1960’ların rock gruplarına ait. Eskinin müzik grupları iyi olduğu sürece bugün hala değerli. Japonya gibi kendi kültürüne sahip çıkmayı mesele edinen bir toplumda dinleniyor, kasetlerine, albümlerine koleksiyoncularda yüksek bedeller ödeniyor olması ise ironik. Ancak ABD kültürünün topyekûn düşman olmadığını iyi müziğin değerini koruduğunu da izleyicide çağrıştırabilir.

Filmde diğer güçlü bir metafor ise gölge. Gölge izleyiciye birçok şey söylüyor. Filmin finalinde sahilde Hirayama’nın kanser hastası adam ile karşılaşma sahnesini hatırlayalım. Adam eski karısını tekrar görmek ister. Ondan hem özür dilemek hem de ona teşekkür etmek için. Aslında tam ne amaçla gittiğini kendi de bilmez. Bu sahnede adamın konuşması arasında görüntüye karanlık sular girer. Suların ortasında parlak ışık huzmesi adamın zihnindeki aydınlanmayı bize hissettirir. Işık aynı zamanda Hirayama karakterinde başından sonuna izlediğimiz gibi içimizdedir de. Pek azımız bu ışığı fark ederiz, çoğunlukla günlük hayatta başka önceliklerle kendi ışığımızı gölgeleriz. Gölge bütün ülkeyi, Japonya’yı da temsil eder. Japonya’nın geçmişi ve kültürü ABD hegamonyasının altında, karanlıkta kalmıştır. Gölge, deniz kenarında iki adamın sohbetinde açıkça karşımıza çıkar. İş adamı, Hirayama’ya “Gölgeler üst üste binince daha mı karanlık oluyorlar”, diye sorar. Bu soru hiç kuşkuşuz, geçmişte yaşadıklarımız, olumsuz tecrübelerimiz, kırgınlıklarımız, kayıplarımız, ilişkilerde yaptığımız hatalar, başkalarının bize yaptığı kötülükler üst üste geldiklerinde acımızı daha da mı derinleştiriyor? anlamındadır. Hirayama ise karanlığın artmadığını söyler. Bu sahne biraz da yarısı su ile dolu bardağa bakmak gibidir.

Bardağın dolu tarafını mı görüyorsunuz, boş tarafını mı? Ama filmden hareketle şunu da sorabiliriz; ruhunuzdaki, derinlerdeki parıltıya ulaşabiliyor musunuz?  Sizin yaşama bakışınız nasıl? Güneşiniz hangisi?

İncelemeler ve Kültür yazıları için tıklayabilirsiniz.

İlginizi çekebilir: SADELİĞE ÖVGÜ

Irmak Erkan

Bir gece yatağından kalktı. En sevdiği pantolonunu, gömleğini giydi, cüzdanını yanına aldı, çantasını sırtladı; karısını ve çocuklarını öpüp odadan çıktı. Çalışma odası soğuk, karanlıktı. Ahşap masanın üzerindeki gece lambasını yaktı, sobayı tutuşturdu. Sandalyesine oturdu, yazmaya başladı.

YAZAR HAKKINDA

Irmak Erkan

Bir gece yatağından kalktı. En sevdiği pantolonunu, gömleğini giydi, cüzdanını yanına aldı, çantasını sırtladı; karısını ve çocuklarını öpüp odadan çıktı.
Çalışma odası soğuk, karanlıktı. Ahşap masanın üzerindeki gece lambasını yaktı, sobayı tutuşturdu. Sandalyesine oturdu, yazmaya başladı.

Bir Yorum Yazın

+ 34 = 40