“Beden, mekân ve zaman içinde nesneleşmiş iradeden başka bir şey değildi öyleyse.”
Schopenhauer
Gecenin bir yarısı başka bir evrende, çağrışımlar hızla akarken zihnimden, uyanıyorum dalamadığım düşlerden. Başka bir düşün içine doğuyorum. Bunu ben seçmedim; ölmeden doğmayı… Yine de çağırdığımda geliyor ışık. Eski ahşabın tozlu kokusu, yıpranmış duvar kâğıtları ve ağır perdeler; burası yıllar önce terk edilmiş bir yalının salonu olmalı. Nasıl olduğunu hayal etmeyi sana bırakıyorum. İstediğin gibi renklendir sonra soldur o renkleri; önce yarat tüm zenginliği sonra yık. Yine de aynı olmayacak benim enkazımla seninki.
Terk edilmiş yalılar nasıl da öfkelidir bilirsin. İhtişamı hiçbir zaman ihmal etmemelisin. Gösteri çoktan bitmiş. Tutku ve dans. Bu bina yıkılmak üzere, anılarıma doğru. Anlatacaklarım var, yazacaklarım. Kimse dinlemesin, kimse okumasın ve herkes bilsin diye. Bir rüya elementiyim, bastırılmış ve yoğunlaştırılmış. Koparıyorum bağlarımı görünür ve gizil olandan. Bir karahindibanın dağılışı gibi rüzgârda. Muazzam matematiğine rağmen tutunamayışı o ince dala. Sandalye gıcırdadı. Bir kalp atışı anında. Kimse yok.
Helezonlar çizerek yükselen duman tavana çarpıp salonun dört bir yanına dağılıyordu. Sanki sis… Bulanıklaştırıyordu görüş alanımı. Bunaltıcı bir koku bacaklara dolanan sırnaşık bir kedi gibi. Parçalanmış bir şiirin kalıntıları her yere bulaşmış. Tüm o solgunluğun içinde ışıltılı lekeler… Eşyalardan akan… Perdenin üzerinde biraz mavi, halıda bordo ve tabloda yeşil… Yine de sis örtüyordu hepsinin üzerini. Bastırıyordu ışıltıyı.
Çıktım denize bakan kapıdan dışarıya. Gıcırdadı ahşap. Kimse yok orada. Hızla yürüyen ayaklardan başka. Yaslandım, soğuğunu hissettim demirin. Denizden esen rüzgâr nerede? Bulut geri aldı yağmurunu. Su birikintileri bile sessiz şimdi. Eğildim yansımaya. Aşkın orada olduğunu zannetmiştim. Saklambaç oynarken ilk onu bulup ebeleyecektim. Diğerleri sonsuza kadar saklanabilirlerdi karanlık koridorlarda. Bulacaktım onu mavi perdeli odada, bordo halının üzerinde, tablonun yeşilinde.
Eğildim yansımaya. Sanki büyük bir aynayı tamamlamaya benziyordu, tanıdık bir şeyler aramak kendimde. Tek tek anılardan getirdiğim parçalarla tamamlıyordum. Ardımdaki ihtişam yıkılmaya devam ediyordu. Eğilmiştim yansımaya, ne yazık ki tamamlanmadan çekemeyecektim bakışımı. … ve zaman akıp geçtikçe bütüne daha fazla yaklaşıyordum. … ve … daha net görüyordum. Bulanıklığı…
Ben eksiktim de görüntü beni tamamlamış mıydı? Tüm bu bulantı, benim gerçekliğim bu olabilirdi. Bastırılmış ve yoğunlaştırılmış bir rüya elementi; bilincinin ötesinde hapsolmuş her anlama gelebilen ancak yine de ne olduğundan tam olarak emin olamayacağın bir bulanıklık… Gerçekliğim… Gerçekliğin. Ya da yanılsıyordum sadece.
İki yanı simetrik bir bütüne baktığında, aksın iki yanını birbirinin eşi olarak mı düşünürsün yoksa bir taraf diğerinin yansıması mıdır? Peki hangi taraf yansımadır? Aynı olmayacak benim cevabımla seninki.
Çektim bakışımı yansımadan dışarı. Kopardım bağımı; tek tek anıları bıraktım perdenin mavisine, halının bordosuna ve tabloya sıçrayan yeşile… Yıkılan yalıya… Tüm o enkaza saçılan ışıltılı lekeler gibi… Dağıldım denize doğru esen rüzgârda… Gıcırdadı ahşap. Uzaklaştı ayaklar. Bir kalp atışı anında.
Eğilsen yansımaya. Kimse yok. Uyan.
Kalemine sağlık canım.